Sizi mutlu edecekleri, surukleyici
olacaklari kesin degildir ve basindan sonunu gormeniz pek mumkun
olmaz. Fransiz filmlerindeki akistan, anlasilmazliklardan dolayi bu
filmlere olusan on yarginin farkindayim. Amerikan filmlerine fazlaca
alismis oldugumuzdan da olabilir bence bu durum. Genel sorun
kurgudaki yavaslik yada ritim sorunu gibi gelebilir ama senaryonun
beklendigi gibi cikmamasi da insanlari Fransiz filmlerinde
uzaklastiriyor. Oysa bizi sasirtan karakterlere, konusmalara,
tartismalara tanik olmak fena bir sey degil hatta zihin acici
olduguna inaniyorum.
Kultur itibariyle Fransizlardan
cok farkli olmamizin da etkisi olabilir. Kendimiz ve sevdiklerimiz
hakkinda rahat konusamayan, insanlarin yuzune karsi elestiri
yapmaktan cekinen bir toplum sayiliriz. Ciddi tartismalara girdikten
sonra iliskilerimizi gelistirip daha iyi bir yerden devam etmek pek
bizim tarzimiz sayilmaz. Kesip atmak, yikmak ve uzucu seylerden
kacmak bize daha uygun sanki. Fazla entel ve ciddi davranip sinema
kuramlarindan bahsetmeyecegime guvenebilirsiniz. Benim yazimda
bahsedecegim filmler; komik, romantik, hayal gucumuzu canlandiracak
ve ayni anda sorgulamamizi saglayacak unutulmaz Fransiz filmleri
olacak.
Le Prénom:
Turkiye'de “Ilk Isim” adiyla
gosterilen, 2012 yapimi bir Fransiz komedi filmidir. Edebiyat
profesoru olan Pierre (Charles Berling) ile ogretmen olan esi
Elisabeth (Valérie Benguigui), tam bir Fransiz evi (bol kitap ve cerceve) olan keyifli
evlerinde en yakin arkadaslari Claude'u, Elisabeth'in kardesi
Vincent'i ve onun esi Anna'yi agirlayacaklardir. Vincent (Patrick
Bruel) ile Anna'nin (Judith El Zein) cocuklari olacaktir ve aksam
yemeginde ana konu cocugun adinin ne olacagi olur. Vincent cocugun
adini Adolphe koyacagini aciklar ve digerleri bunun Hitler'in adi
olan Adolf'u cagristirdigini soyler, karsi cikarlar. Bunun uzerine
aralarinda ciddi ve bir o kadar komik tartismalar cikar. Bu sirada
basarili sanatci Claude'un (Guillaume de Tonquedec) bunca yildir
sakladigi ve en yakin arkadaslarinin annesi ile ilgili olan cok
onemli bir sir da ortaya dokulur. Sarki secimlerindeki yaraticilik,
oyuncularin yetenegi ve birbirleriyle uyumlari, evin atmosferi derken
ortaya gercekten keyifli bir durum komedisi cikmis.
Le Jouet:
Adi turkce 'oyuncak' anlamina
gelen, 1976, Francis Veber yapimi Fransiz komedi filmidir. Sadece bir
komedi filmi olmadiginin da altini cizmek gerek; yaratici politik,
sinifsal cozumlemeler ve alt-ust iliskileri ile ilgili anektodlar
bulunmaktadir. Issiz bir gazeteci olan Francois (Pierre Richard)
sonunda onemli bir gazetede spiker olarak is bulur. Fakat isin sahibi
cok zengin ve despot bir adam olan Pierre'dir (Michel Bouquet) ve
onun da ciddi anlamda simarik, kucuk bir oglu vardir. Bu simarik ama
sevimli ve bir o kadar da korkunc cocuk, Francois'yi oyuncagi olarak
ister. Bunda gazetecimizin kivircik ve sirin saclarinin ne kadar
etkisi var diye dusunmeden edememistim izlerken. Sonuc olarak
Francois'in fazla secenegi yoktur, isini kaybetmemek icin cocugun
oyuncagi olmayi kabul eder ve film bundan sonra baslar. Duygusal
anlar yasayacaginiz, deliler gibi guleceginiz, gazetecimize
uzuleceginiz ve bir yandan hayati sorgularken bir yandan da
egleneceginiz yaratici bir film. Oyuncularin gercekten cok iyi
secildigini dusunuyorum, filmin gectigi ev de incelemeye deger.
Le Voyage Dans La Lune:
Sinema severlerin cok sey borclu
oldugu kiymetli insan Georges Méliès'e ait 1902 yapimi, ilk
bilimkurgu filmidir. Aslinda sadece 13 dakika oldugu icin kisa film
de diyebiliriz. Olanaksizliklar icinde yaratilmis en guzel seylerden
biridir. Aya yolculuk yapan bir grup adam, aydaki adamlar tarafindan
yakalanirlar, daha sonra kacip kurtulur ve dunyaya donerler.
Elleriyle renklendirdikleri, yaratici fikirler ile yarattiklari bu
filmi izlemek inaniyorum ki tum sinema severlere farkli bir mutluluk
verecektir.
Jeux D'enfants:
“Cesaretin Var Mi Aska” adiyla
gosterilen, 2003 yapimi, hem romantik hem komik hem de dramatik
ogeler iceren muthis bir Fransiz filmidir. Julien (Guillaume Canet)
ile Sophie (Marion Cotillard) birbirlerinin cocukluk asklaridir.
Cocukken asik olan ama bunu iddialasarak, atlayip ziplayarak,
yaramazlik pesinde kosarak geciren ve birbirine hic tam olarak
acilamayan pek cok cocuk gibi onlarda ailevi yada baska sebepler ile
ayri duserler. Ustelik bu iki cocugun ailesi, toplumun tamamen farkli
kesimlerinden gelmektedir. Bu sebeple gelecekleri de birbirinden cok
farkli sekillenir. Ama kader diye bir sey vardir ve yollari yillar
sonra tekrar kesisir. Her seyi oyuna donusturen bakis acilari ve hic
kaybetmedikleri kara sevdalari onlarin basina epey is cikarirken,
birbirlerine sonsuza kadar sahip olmanin farkli bir yolunu bulurlar,
cesurdurlar. Kahkalara bogulmanizin hemen ardindan deli gibi
aglayabilirsiniz. Filmi izlerken hayal gucunuzu de yaninizda
bulundurursaniz rahatca favori romantik komedi filminiz olabilir.
La double vie de Véronique:
“Veronique'in Ikili Yasami”
adiyla da bulabileceginiz, muhtesem yonetmen Krzysztof Kieslowski
'nin 1991 yapimi dramasidir. Weronika Polonya'da yasarken, Veronique
Paris'te yasamaktadir. Birbirlerini tanimayan bu iki kadin oldukca
paralel hayatlar surerler. Bu filmdeki roluyle Cannes'dan odul alan
Irene Jacob, benim hayran oldugum kadin oyunculardandir; naif ve etkileyici. Buyuleyici goruntuler ve muzikler filmi oldugundan cok
daha iyi bir yere konumlandirmaniza sebep olur. Sadece kisacik kukla
sahnesi ile bile bu listeye girmeyi garantilemistir benim gozumde.
Trois couleurs: Rouge:
Kieslowski'ye ait olan bu uclemede
benim en sevdigim film “Kirmizi”'dir. Her ne kadar normalde en
sevdigim renk mavi olsa da “Rouge”, uc renk serisinin en
etkileyici olanidir. Fransiz bayragini olusturan bu uc renk, uc farkli
kavrami temsil etmektedir. Mavi ozgurluk demekken beyaz esitlik
anlamina gelir ve kirmizi da kardesliktir. Cok sevdigim bir oyuncu
(Irène Jacob) basrolunde oldugu icin mi yoksa uc filmi toparladigi
icin mi emin degilim ama yeri ayridir. Ic ice gecen olay orgusu sizi
kolayca sarsar ve varolan sistem hakkinda dusundurur. Adalet, kader,
masumiyet, sans gibi kavramlar kafanizin icinde donup durur, sonuca
varamazsiniz. Senaryo inanilmazdir, olaylar paralel sekilde islenir
ve oyunculuklara da inanamazsiniz cok samimidir. En sonunda film en
sevdiginiz filmler arasinda yerini alir. Daha iyi anlamak icin
oncesinde Mavi ve Beyaz filmlerini bu sirada izlemek onerilirse de
sart degildir. Kirmizi basli basina akli basinda diyaloglari ve
yaratici kurgusuyla yeterlidir. Filmin sonunda bir seyler uretmek
istersiniz ki film herkesin icindeki potansiyele inanan o filmlerdendir.
Le Fabuleux Destin D'Amélie
Poulain:
Saheserdir... Amelie filmini tek
kelimeyle anlatmam gerekse sanirim boyle derdim. Allahtan 2001 yapimi
bu enfes romantik komedi hakkinda bir paragraf yazabilecegim.
Sempatik, masum, becerikli ve naif bir kizdir Amelie. Biraz tuhaf
olan cocuklugundan beri (ki filmin en keyifli sahnelerinin bazilari
oradadir) kendi kendine ayakta durabilen, hayal kurarak var olan,
ailesine destek olabilen ve en onemlisi kendi adalet anlayisina gore
baskalarini mutlu etmeyi gorev gibi benimsemis biridir. Boyle
yaratici ve enteresan bir senaryoyu yazdigi icin Guillaume Laurant'a
ve bu kadar guzel goruntulerle bize sundugu icin Jean-Pierre Jeunet'e
tesekkur etmek sart ve tabi hakkini teslim etmemiz gereken bir baska
kisi de kafamizdaki zarif Fransiz kadinina sempatiklik ozelligini de
eklemeyi basaran Audrey Tautou'dur. Bu film, ayrintilarin onemi ve
guzelligine vurgu yapar ve mutlulugu aramak icin inanc ve biraz da
huzur verir. Eger hala izlemediyseniz de Amelie'nin fantastik
dunyasini seveceginize eminim, onunla beraber aski kesfedip, hayata
farkli gozlerle bakmaya baslayabilirsiniz. Bu arada filmin muzikleri
de mukemmeldir.
Les Amants du Pont-Neuf:
Iki genc serserinin askini
anlatan, turkceye “Kopru Ustu Asiklari” gibi enfes bir isimle
cevrilmis, 1991 yapimi romantik dramadir. Gorme duyusunu hizla
yitiren, varlikli bir ailenin kizi olan ressam Michèle (Juliette
Binoche) ile gercek bir serseri olan ve Paris'in en eski koprusu
'Pont Neuf' uzerinde yasayan Alex'in (Denis Lavant) umutsuz, imkansiz
askini temel alan bir filmdir. Aslinda film boyunca 'bu ask mi?' diye
dusunup, kafaniz delice karisiyor. Hemen eve gidip resim yapmak
mumkun olsa bir calgi calmak falan geliyor. Yani kolayca filmin
yaraticiligi tetikledigini dusunerek yararli oldugunu soyleyebiliriz.
Film harika Paris sahneleri ve inandirici oyunculuklariyla siir
gibidir. Ama oyle sakin, huzurlu bir siir beklemeyin daha cok
yaralayici, sorgulayici ve sasirtici turden. Bu arada ben filmi
izledigimde epey kucuktum ve basroldaki erkek oyuncunun canavara
benzedigini, cok cirkin oldugunu dusunup aralarinda duzgun bir seyler
yasanamiyor olmasinin bir kismini da buna baglamistim.
Les Choristes:
Ulkemizde “Koro” adiyla
gosterilen 2004 yapimi cocuklar ve muzikle dolu muthis bir dram. Bir
okulu, bir sinifi ya da bir ogrenciyi sadece bir ogretmen nasil
degistirebilir fikrinden yola cikilip yapilan onlarca film izlemis
olmama ragmen bu benim aralarinda en sevdigimdir. Cocuklari cok
seviyor olmamin yani sira aslinda filmdeki muzik tarzi pek benim
zevkim sayilmaz. Ama o kadar ince o kadar ictendir ki kapilmamak,
etkilenmemek imkansiz. Ustelik film sadece bu ikisinden guc
almamaktadir. Sorunlu cocuklara uygulanan disiplin tarzi, siniflarda
yasanan komik ve aci olaylar aklimiza etki-tepki olayini getirir ve
icimize dokunmayi basarir cunku oldukca tanidiktir. Henuz oyle bir
sansim olmadi ama bir cocuk yetistirirken onun disipline ihtiyaci
oldugunu dusunenlerdenim. Ama disiplin kavramini bazilarindan farkli
algiliyorum sanirim. Muzik ile, spor ile disiplin edilen cocuklarin
hem kendileriyle daha barisik hem de daha basarili ve tamamlanmis
hissedecegini dusunuyorum. Bu dusuncemin olusmasinda “Koro”'nun
katkisi buyuktur. Bagirma-cagirmayi, ceza verip her seyi yasaklamayi
disiplin sananlarin bu filmi izlemesi neyi degistirir bilmiyorum ama
herkesin izlemesi gereken hem aglatan hem gulduren, dokunakli bir
filmdir.
Léon:
Turk televizyonlarinda oldukca sik
yayinlanan, 1994 yapimi bir Luc Besson filmidir. Bir dram olmasi
yaninda suc filmidir de. Profesyonel bir kiralik katil olan Leon'un
(Jean Reno) komsusu olan kucuk Mathilda'yi (Natalie Portman) ailesi
baskin sirasinda oldurulurken kurtarmasi ile olaylar gelisir. Bu
tamamen zit olan ikilinin garip uyumu, aralarinda gecen konusmalar,
benzeri gorulmemis cekimler ve ozellikle filmin sonunda bize
yasattigi sorgulama hali muthistir. Tekrar tekrar izlenesi bir film
olmasi yani sira filmde calan “Shape of My Heart” sarkisini da
defalarca dinlettirir. Senaryosunun ve oyunculuklarin gucu bu filmi
listemde de on plana cikariyor, essiz hale getiriyor. Leon siradan
bir film degildir hatta sadece bir film degildir. Belki de ilk kez
kucukken izledigim icin benim icin bu denli etkileyicidir. Ama bana
kucuk kizin masum ve buyuk aski ile hayati boyunca kendisinin kotu
oldugunu dusunmus buyuk adamin icindeki iyiligi bulmasi gibi pek cok
sey ifade ediyor. Mathilda'nin bir basina kalmisligi sizi aglatirken,
cesur davranislari gulumsetir. Hayran gozlerle izledigi adama olan
sevgisi ile psikolojik cozumlemelere dogru yol alirsiniz. Ironiktir,
felsefiktir, bireyseldir, zekicedir ve ayni zamanda naif, masum bir
hikayedir Leon'da bize verilen.
Herkese iyi seyirler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder