10.12.13

Sevdigim 10 Fransiz Filmi



Sizi mutlu edecekleri, surukleyici olacaklari kesin degildir ve basindan sonunu gormeniz pek mumkun olmaz. Fransiz filmlerindeki akistan, anlasilmazliklardan dolayi bu filmlere olusan on yarginin farkindayim. Amerikan filmlerine fazlaca alismis oldugumuzdan da olabilir bence bu durum. Genel sorun kurgudaki yavaslik yada ritim sorunu gibi gelebilir ama senaryonun beklendigi gibi cikmamasi da insanlari Fransiz filmlerinde uzaklastiriyor. Oysa bizi sasirtan karakterlere, konusmalara, tartismalara tanik olmak fena bir sey degil hatta zihin acici olduguna inaniyorum.



Kultur itibariyle Fransizlardan cok farkli olmamizin da etkisi olabilir. Kendimiz ve sevdiklerimiz hakkinda rahat konusamayan, insanlarin yuzune karsi elestiri yapmaktan cekinen bir toplum sayiliriz. Ciddi tartismalara girdikten sonra iliskilerimizi gelistirip daha iyi bir yerden devam etmek pek bizim tarzimiz sayilmaz. Kesip atmak, yikmak ve uzucu seylerden kacmak bize daha uygun sanki. Fazla entel ve ciddi davranip sinema kuramlarindan bahsetmeyecegime guvenebilirsiniz. Benim yazimda bahsedecegim filmler; komik, romantik, hayal gucumuzu canlandiracak ve ayni anda sorgulamamizi saglayacak unutulmaz Fransiz filmleri olacak.


Le Prénom:



Turkiye'de “Ilk Isim” adiyla gosterilen, 2012 yapimi bir Fransiz komedi filmidir. Edebiyat profesoru olan Pierre (Charles Berling) ile ogretmen olan esi Elisabeth (Valérie Benguigui), tam bir Fransiz evi (bol kitap ve cerceve) olan keyifli evlerinde en yakin arkadaslari Claude'u, Elisabeth'in kardesi Vincent'i ve onun esi Anna'yi agirlayacaklardir. Vincent (Patrick Bruel) ile Anna'nin (Judith El Zein) cocuklari olacaktir ve aksam yemeginde ana konu cocugun adinin ne olacagi olur. Vincent cocugun adini Adolphe koyacagini aciklar ve digerleri bunun Hitler'in adi olan Adolf'u cagristirdigini soyler, karsi cikarlar. Bunun uzerine aralarinda ciddi ve bir o kadar komik tartismalar cikar. Bu sirada basarili sanatci Claude'un (Guillaume de Tonquedec) bunca yildir sakladigi ve en yakin arkadaslarinin annesi ile ilgili olan cok onemli bir sir da ortaya dokulur. Sarki secimlerindeki yaraticilik, oyuncularin yetenegi ve birbirleriyle uyumlari, evin atmosferi derken ortaya gercekten keyifli bir durum komedisi cikmis.


Le Jouet:



Adi turkce 'oyuncak' anlamina gelen, 1976, Francis Veber yapimi Fransiz komedi filmidir. Sadece bir komedi filmi olmadiginin da altini cizmek gerek; yaratici politik, sinifsal cozumlemeler ve alt-ust iliskileri ile ilgili anektodlar bulunmaktadir. Issiz bir gazeteci olan Francois (Pierre Richard) sonunda onemli bir gazetede spiker olarak is bulur. Fakat isin sahibi cok zengin ve despot bir adam olan Pierre'dir (Michel Bouquet) ve onun da ciddi anlamda simarik, kucuk bir oglu vardir. Bu simarik ama sevimli ve bir o kadar da korkunc cocuk, Francois'yi oyuncagi olarak ister. Bunda gazetecimizin kivircik ve sirin saclarinin ne kadar etkisi var diye dusunmeden edememistim izlerken. Sonuc olarak Francois'in fazla secenegi yoktur, isini kaybetmemek icin cocugun oyuncagi olmayi kabul eder ve film bundan sonra baslar. Duygusal anlar yasayacaginiz, deliler gibi guleceginiz, gazetecimize uzuleceginiz ve bir yandan hayati sorgularken bir yandan da egleneceginiz yaratici bir film. Oyuncularin gercekten cok iyi secildigini dusunuyorum, filmin gectigi ev de incelemeye deger.


Le Voyage Dans La Lune:



Sinema severlerin cok sey borclu oldugu kiymetli insan Georges Méliès'e ait 1902 yapimi, ilk bilimkurgu filmidir. Aslinda sadece 13 dakika oldugu icin kisa film de diyebiliriz. Olanaksizliklar icinde yaratilmis en guzel seylerden biridir. Aya yolculuk yapan bir grup adam, aydaki adamlar tarafindan yakalanirlar, daha sonra kacip kurtulur ve dunyaya donerler. Elleriyle renklendirdikleri, yaratici fikirler ile yarattiklari bu filmi izlemek inaniyorum ki tum sinema severlere farkli bir mutluluk verecektir.



Jeux D'enfants:



“Cesaretin Var Mi Aska” adiyla gosterilen, 2003 yapimi, hem romantik hem komik hem de dramatik ogeler iceren muthis bir Fransiz filmidir. Julien (Guillaume Canet) ile Sophie (Marion Cotillard) birbirlerinin cocukluk asklaridir. Cocukken asik olan ama bunu iddialasarak, atlayip ziplayarak, yaramazlik pesinde kosarak geciren ve birbirine hic tam olarak acilamayan pek cok cocuk gibi onlarda ailevi yada baska sebepler ile ayri duserler. Ustelik bu iki cocugun ailesi, toplumun tamamen farkli kesimlerinden gelmektedir. Bu sebeple gelecekleri de birbirinden cok farkli sekillenir. Ama kader diye bir sey vardir ve yollari yillar sonra tekrar kesisir. Her seyi oyuna donusturen bakis acilari ve hic kaybetmedikleri kara sevdalari onlarin basina epey is cikarirken, birbirlerine sonsuza kadar sahip olmanin farkli bir yolunu bulurlar, cesurdurlar. Kahkalara bogulmanizin hemen ardindan deli gibi aglayabilirsiniz. Filmi izlerken hayal gucunuzu de yaninizda bulundurursaniz rahatca favori romantik komedi filminiz olabilir.


La double vie de Véronique:




“Veronique'in Ikili Yasami” adiyla da bulabileceginiz, muhtesem yonetmen Krzysztof Kieslowski 'nin 1991 yapimi dramasidir. Weronika Polonya'da yasarken, Veronique Paris'te yasamaktadir. Birbirlerini tanimayan bu iki kadin oldukca paralel hayatlar surerler. Bu filmdeki roluyle Cannes'dan odul alan Irene Jacob, benim hayran oldugum kadin oyunculardandir; naif ve etkileyici. Buyuleyici goruntuler ve muzikler filmi oldugundan cok daha iyi bir yere konumlandirmaniza sebep olur. Sadece kisacik kukla sahnesi ile bile bu listeye girmeyi garantilemistir benim gozumde.


Trois couleurs: Rouge:



Kieslowski'ye ait olan bu uclemede benim en sevdigim film “Kirmizi”'dir. Her ne kadar normalde en sevdigim renk mavi olsa da “Rouge”, uc renk serisinin en etkileyici olanidir. Fransiz bayragini olusturan bu uc renk, uc farkli kavrami temsil etmektedir. Mavi ozgurluk demekken beyaz esitlik anlamina gelir ve kirmizi da kardesliktir. Cok sevdigim bir oyuncu (Irène Jacob) basrolunde oldugu icin mi yoksa uc filmi toparladigi icin mi emin degilim ama yeri ayridir. Ic ice gecen olay orgusu sizi kolayca sarsar ve varolan sistem hakkinda dusundurur. Adalet, kader, masumiyet, sans gibi kavramlar kafanizin icinde donup durur, sonuca varamazsiniz. Senaryo inanilmazdir, olaylar paralel sekilde islenir ve oyunculuklara da inanamazsiniz cok samimidir. En sonunda film en sevdiginiz filmler arasinda yerini alir. Daha iyi anlamak icin oncesinde Mavi ve Beyaz filmlerini bu sirada izlemek onerilirse de sart degildir. Kirmizi basli basina akli basinda diyaloglari ve yaratici kurgusuyla yeterlidir. Filmin sonunda bir seyler uretmek istersiniz ki film herkesin icindeki potansiyele inanan o filmlerdendir.



Le Fabuleux Destin D'Amélie Poulain:




Saheserdir... Amelie filmini tek kelimeyle anlatmam gerekse sanirim boyle derdim. Allahtan 2001 yapimi bu enfes romantik komedi hakkinda bir paragraf yazabilecegim. Sempatik, masum, becerikli ve naif bir kizdir Amelie. Biraz tuhaf olan cocuklugundan beri (ki filmin en keyifli sahnelerinin bazilari oradadir) kendi kendine ayakta durabilen, hayal kurarak var olan, ailesine destek olabilen ve en onemlisi kendi adalet anlayisina gore baskalarini mutlu etmeyi gorev gibi benimsemis biridir. Boyle yaratici ve enteresan bir senaryoyu yazdigi icin Guillaume Laurant'a ve bu kadar guzel goruntulerle bize sundugu icin Jean-Pierre Jeunet'e tesekkur etmek sart ve tabi hakkini teslim etmemiz gereken bir baska kisi de kafamizdaki zarif Fransiz kadinina sempatiklik ozelligini de eklemeyi basaran Audrey Tautou'dur. Bu film, ayrintilarin onemi ve guzelligine vurgu yapar ve mutlulugu aramak icin inanc ve biraz da huzur verir. Eger hala izlemediyseniz de Amelie'nin fantastik dunyasini seveceginize eminim, onunla beraber aski kesfedip, hayata farkli gozlerle bakmaya baslayabilirsiniz. Bu arada filmin muzikleri de mukemmeldir.



Les Amants du Pont-Neuf:




Iki genc serserinin askini anlatan, turkceye “Kopru Ustu Asiklari” gibi enfes bir isimle cevrilmis, 1991 yapimi romantik dramadir. Gorme duyusunu hizla yitiren, varlikli bir ailenin kizi olan ressam Michèle (Juliette Binoche) ile gercek bir serseri olan ve Paris'in en eski koprusu 'Pont Neuf' uzerinde yasayan Alex'in (Denis Lavant) umutsuz, imkansiz askini temel alan bir filmdir. Aslinda film boyunca 'bu ask mi?' diye dusunup, kafaniz delice karisiyor. Hemen eve gidip resim yapmak mumkun olsa bir calgi calmak falan geliyor. Yani kolayca filmin yaraticiligi tetikledigini dusunerek yararli oldugunu soyleyebiliriz. Film harika Paris sahneleri ve inandirici oyunculuklariyla siir gibidir. Ama oyle sakin, huzurlu bir siir beklemeyin daha cok yaralayici, sorgulayici ve sasirtici turden. Bu arada ben filmi izledigimde epey kucuktum ve basroldaki erkek oyuncunun canavara benzedigini, cok cirkin oldugunu dusunup aralarinda duzgun bir seyler yasanamiyor olmasinin bir kismini da buna baglamistim.


Les Choristes:




Ulkemizde “Koro” adiyla gosterilen 2004 yapimi cocuklar ve muzikle dolu muthis bir dram. Bir okulu, bir sinifi ya da bir ogrenciyi sadece bir ogretmen nasil degistirebilir fikrinden yola cikilip yapilan onlarca film izlemis olmama ragmen bu benim aralarinda en sevdigimdir. Cocuklari cok seviyor olmamin yani sira aslinda filmdeki muzik tarzi pek benim zevkim sayilmaz. Ama o kadar ince o kadar ictendir ki kapilmamak, etkilenmemek imkansiz. Ustelik film sadece bu ikisinden guc almamaktadir. Sorunlu cocuklara uygulanan disiplin tarzi, siniflarda yasanan komik ve aci olaylar aklimiza etki-tepki olayini getirir ve icimize dokunmayi basarir cunku oldukca tanidiktir. Henuz oyle bir sansim olmadi ama bir cocuk yetistirirken onun disipline ihtiyaci oldugunu dusunenlerdenim. Ama disiplin kavramini bazilarindan farkli algiliyorum sanirim. Muzik ile, spor ile disiplin edilen cocuklarin hem kendileriyle daha barisik hem de daha basarili ve tamamlanmis hissedecegini dusunuyorum. Bu dusuncemin olusmasinda “Koro”'nun katkisi buyuktur. Bagirma-cagirmayi, ceza verip her seyi yasaklamayi disiplin sananlarin bu filmi izlemesi neyi degistirir bilmiyorum ama herkesin izlemesi gereken hem aglatan hem gulduren, dokunakli bir filmdir.


Léon:




Turk televizyonlarinda oldukca sik yayinlanan, 1994 yapimi bir Luc Besson filmidir. Bir dram olmasi yaninda suc filmidir de. Profesyonel bir kiralik katil olan Leon'un (Jean Reno) komsusu olan kucuk Mathilda'yi (Natalie Portman) ailesi baskin sirasinda oldurulurken kurtarmasi ile olaylar gelisir. Bu tamamen zit olan ikilinin garip uyumu, aralarinda gecen konusmalar, benzeri gorulmemis cekimler ve ozellikle filmin sonunda bize yasattigi sorgulama hali muthistir. Tekrar tekrar izlenesi bir film olmasi yani sira filmde calan “Shape of My Heart” sarkisini da defalarca dinlettirir. Senaryosunun ve oyunculuklarin gucu bu filmi listemde de on plana cikariyor, essiz hale getiriyor. Leon siradan bir film degildir hatta sadece bir film degildir. Belki de ilk kez kucukken izledigim icin benim icin bu denli etkileyicidir. Ama bana kucuk kizin masum ve buyuk aski ile hayati boyunca kendisinin kotu oldugunu dusunmus buyuk adamin icindeki iyiligi bulmasi gibi pek cok sey ifade ediyor. Mathilda'nin bir basina kalmisligi sizi aglatirken, cesur davranislari gulumsetir. Hayran gozlerle izledigi adama olan sevgisi ile psikolojik cozumlemelere dogru yol alirsiniz. Ironiktir, felsefiktir, bireyseldir, zekicedir ve ayni zamanda naif, masum bir hikayedir Leon'da bize verilen.


Herkese iyi seyirler...







Hiç yorum yok: