14.10.14

Cizgili Pijamali Cocuk



Irlandali yazar John Boyne’un ayni adli kitabindan uyarlanan ve Ingiliz/Amerikan ortak yapimi olan film 2. Dunya Savasi doneminde yasananlara farkli bir acidan bakarak hepimizi hem o donemleri tekrar anmaya hem de tarihten dersler cikarmaya davet ediyor.




Bana gore film harika oyunculuklari, tam yerinde kullanilmis muzikleri ve donemini cok iyi yansitan dekorlari ile kendisine bu tarz filmler arasinda cok saglam bir yer buluyor. Dilinin ingilizce olmasi baslarda beni rahatsiz etse de hikayenin butunlugu icinde ufak bir ayrinti olarak kaliyor. Bir savasin yaratttigi korkunc havanin silah ya da kan gostermeden de hissedilebilecegini gosteren film o donemin gerginligini, huznunu ve acisini bize gecirmekte oldukca basarili.    


Kidemli bir nazi komutani olan babanin (David Thewlis) yahudi calisma kamplarindan birinde gorevlendirildigi gun baslayan hikaye guzel esinin ve iki kucuk cocugunun bu olayla degisen hayatlarini ve bu kamplarda yasananlarin onlarin hayatina ne kadar uzak ama aslinda ne kadar da yakin oldugunu anlatarak ilerliyor. Vatanseverlik ile bir oteki yaratip onu yoketmenin nasil, nerede kesistiginin fazla uzerinde durmayan film kendi cikarlari icin kendi bahanelerini yaratan insanlari anlatarak hikayesini  inandirici hale getiriyor.




Babanin terfisi ile gurur duyan onca insanin katildigi kalabalik partide tum bu olanlardan rahatsiz gorunen tek kisi ise gercekleri ve ileriyi daha iyi goren komutanin annesi oluyor. Fakat tehlikeli olabilecegi, duyulabilecegi gerekcesiyle sertce susturulan kadinin bakislarindaki aci ve huzun basarisina odaklanmis komutan ve onunla gurur duymasi gerektiginin bilincinde olan ailesi icin dikkat cekmeyecek ufak bir hatira haline geliyor. O an icin…




Filmin en kayda deger yanlarindan biri de zaman icerisinde Bruno, ablasi ve annesinde olan degisimler. Icinde bulundugu ortama uymayi tercih eden, asik oldugu nazi subayinin ve evlerine gelen ozel ogretmenin de etkisi ile milliyetci hatta irkci hale gelen Gretel (Amber Beattie) oyuncak bebeklerini atip odasini Hitler posterleri ile susler. Ozverili bir anne ve asker esi olmaktan mutlu, ulkesini seven herkes gibi kocasi ile gurulu olan anne (Vera Farmiga) ise ulkesini sevmekle birilerinden nefret edip onlari yoketmenin ayni sey olmadigini fark edip, kocasinin gercek gorevinin farkina varinca dehsete dusen ve yasananlardan rahatsizlik duyan bir kadina donusur. Vicdanli bir insan oldugu icin gordukleri, duyduklari ve en cok da tahmin etmeye basladiklari sebebiyle kocasina karsi nefret duygusu ile dolmaktadir. Oglunun isine ve terfisine sevinemeyen kayinvalidesini anlamaya basladigi da soylenebilir fakat asil cocuklarini koruma icgudusu agir basmaktadir.




Berlin’deki evlerinden tasinmalarinin ardindan en buyuk degisimi yasayan ise kucuk kahramanimiz Bruno (Asa Butterfield) olur. Yakin arkadaslari ile askercilik oynamayi seven, ucak taklidi yaparak eglenen maceraci Bruno tasindiklari evin soguklugu ve izole edilmisligi karsisinda saskina doner. Zaten en basindan gelmek istemedigi bu yerde sert bir sekilde calisan nazi subaylari arasinda kendisini cok yalniz hisseder. Yeni evlerine duzenli olarak gelen ve cocuklara tarih dersi adi altinda Yahudi nefreti ve Ari irk aski kazandirmaya calisan ogretmenleri de onu fazla etkileyememektedir. Evden kacislarini, macera arayislarini arttirip, evlerinin yakinin da bulunan yahudi calisma kampina dogru gitmeye baslar. Bu da ona yepyeni ve karanlik bir hayatin kapilarini acmis olur.


Bruno baslarda oranin siradan bir ciftlik olduguna ve oradaki insanlarin da kalabalik bir sekilde iyi kosullarda yasadigina inanmayi ister ama gerek ailesinden bu konuda aldigi cevaplar gerek orada yasayan kucuk arkadasi sayesinde bazi seylerin sandigi gibi olmadigini kucuk yasina ragmen yavas yavas kavrar. Baslarda kahraman olarak gordugu baba figuru ise sorgulanmasi gereken, yaklastikca sasirtan bir karakter halini almaktadir kucuk cocugun gozunde. Babasi ile gurur duymakta sorun yasayan her cocuk gibi Bruno da kafasindaki sorularin cevaplarini baskalarinda ve evin disinda aramaktadir.



Elektrikli tellerle cevrili kampin icerisinde yasayan yasiti Shmuel (Jack Scanlon) ile her gecen gun gelisen bir arkadaslik kurarlar. Tellerin ardindaki arkadasina yemek getirmekte ve onunla satranc oynamaktadir. Shmuel’in yahudi oldugunu ogrenmesi ve kendisinin yahudilerden nefret etmesi gerektigi gibi bilgiler basta kafasini karistirsa da Bruno korkusunu ve kendisine ogretilenleri  arkadasina duydugu ilgi ve sevgi ile yener. Cunku o hala masum bir cocuktur ve icgudulerine ezberletilmis bilgilerden daha fazla deger vermektedir.





Film bu etkileyici hikayenin uzerinden ilerleyerek o zamanin kosullarini, savasin ve soykirimin acilarini uzerimize yavas ve derinden giderek yansitir. Zamanin nasil gectigini anlamadan izledigim ve ozellikle de sonunda cok uzuldugum “The Boy in the Striped Pajamas”’i benzer konulu filmlerden ayiran cocuklarin gozunden yasananlari yansittigi icin belli bir naiflik tasimasidir. Ayni zamanda filmin sonu izleyiciyi sadece uzmeyi amaclamaz, sasirtir da. Iyilik-kotuluk ve kader gibi konularda herkesin kendisini sorgulamasini saglar. Eden-bulur ya da bu hayatta zalim de zulum de bitmez tarzi dersler cikaranlar da mutlaka olacaktir diye dusunuyorum.Benzer konularda cok daha iyi filmler olmasina karsi hikayenin bu yanina da bakilmasi gerektigini dusundugum icin bu filmi cok ayri bir yere koydugumu belirtmeliyim. Iyi seyirler…





"Childhood is measured out by sounds and smells and sights, before the dark hour of reason grows" 

"Cocukluk donemini sesler, kokular ve görüntüler belirler, aklın karanlık tarafı gelisene kadar."

John Betjeman 

19.8.14

Bi Kucuk Eylul Meselesi Var



Mutlaka cok farkli bir sey yapmaliyim, acayip derecede guldurmeli ya da aglatmali… O kadar para harciyoruz tabi ki bu film kendini gostermeli, populer oyuncular sart, yila damgasini vurmali… Bazen son zamanlarda yapilan Turk filmlerinin bu tip kaygilarla yapildigini dusunmeden edemiyorum. Senaryo sasirtmacali olacak, oyuncular olduklarindan yuz kat guzel gorunecekler ve filmin sonunda herkes aglayacak diye harcanan bu cabanin baska seyler icin harcanmasi gerektigi asikar oysa ki.




Yaratici, muthis kurgulanmis ve iyi cekilmis filmler de var mutlaka ama bu genel yargidan kurtulmak da oldukca zor hale geldi. Oysa Turk sinemasi hic olmadigi kadar iyi durumda, 1 yilda gosterime giren turk filmi sayisi yuzleri geciyor ve izleyici sayisi da her yil artiyor. Ben de bu durumun verdigi cesaretle Amerikadayken kacirdigim Turk filmlerini yavas yavas izlemeye calisiyorum. Yazimda bahsedecegim film de bunlardan biri aslinda. “Bi kucuk Eylul meselesi var, halledemedim.”



Modern, zengin ve guzel Eylul (Farah Zeynep Abdullah) arkadaslariyla gittigi Bozcaada gezisinde tanistigi Tek (Engin Akyurek) ile hem hayatin hem de kendisinin bambaska bir yuzu ile karsilasir. Istanbul’da yasayan, guzel giyinmeyi, iyi mekanlarda takilmayi ve arkadaslariyla olmayi seven hafif bencil ve simarik bir kizdir esas kizimiz. Tek(in) ise bir adada annesinin evinde yasayan asosyal ama yetenekli bir karikaturisttir.



Eylul bu geziden dondukten sonra Istanbuldaki hayatina adeta yeniden baslarcasina atilir ama basina gelen trafik kazasiyla kaybettigi hafizasi onun gecmisi sorgulamasina yol acacaktir. Hatirlayamadiklarini ve kendisine anlatilmayanlari ogrenmek istegi ile Bozcaada’ya geri doner. Bozcaada ona unuttugu 1 ayi hatirlatmakla kalmayacak ayni zamanda icindeki boslugun sebebini de kesfetmesini saglayacaktir.




Yaptiklari buyuk bir izleyici kitlesi tarafindan merakla beklenen Kerem Deren’in ilk filmi olan Bi Kucuk Eylul Meselesi eksiklerini unutturacak kadar naif sahneleri ve basarili oyuncu secimleriyle takdiri hakediyor bence. Bozcaada gibi harika bir adanin mekan olarak secilmesi bir yana sunulan buyuleyici goruntuler de filme kesinlikle inanilmaz bir deger katiyor. Nil Karaibrahimgil’in film icin besteledigi, sozleriyle ve soylenis tarziyla oldukca etkileyici olan “Kanatlarim Var Ruhumda” parcasi ve film boyunca eglence mekanlarinda calan muzikler filmi bir butun haline getiriyor. Tekin karakterinin cizdigi karikaturler, denize girmek icin secilen issiz koylar ve yenen yemekler de ada ruhunu oldukca guzel yansitan ogeler.




Ozellikle Farah Zeynep Abdullah’in filme kattigi enerji oldukca onemli. Baska turlu sehirli kizimizin simarikliginin -ya da korkaklik diyelim- sonuclarina inanmak pek kolay olmazdi sanirim. Engin Akyurek, cok da derinlemesine dusunulerek yazilmamis gibi gorunen Tek karakterine burunmekte ve seyirciyi pek de mumkun olmayan seylere inandirmakta elinden geldigince ugrasmis gorunuyor. Yan karakterlerin goze batmayan, iyi oyunculuklari ve kurgudaki donusler de cok basarili.




Sonuc olarak izleyicide Bozcaada’ya yerlesme, yaz tatiline cikma ve bol bol muzik dinleme istegi olusturan ve tum naif insanlara karsi yurekleri sevgiyle dolduran bir film olmus, gec olsa da izledigim icin cok memnunum.

 "Kaybolmayacak. Dalgalar onu alacak, sen nereye gidersen git, senin gittigin yerin kiyisina birakacak."








19.7.14

Zeytinyagli Bamya Yemegi


Yemek yapmayi seven pek cok kisinin korkarak yaptigi yemeklerden biri bamyadir. Ozellikle de sumuklenerek kotu bir goruntu verecegi korkusu mevcuttur. Bamyayi ayiklamadan once guzelce yikayip, suzulmesini beklemek ve soyulan bamyalari limonlu, sirkeli suda tencereye atilana kadar bekletmek ise yarayan tuyolar. Uzun sure bekletmeden pisirmek de onemli. Iyisi cok iyi olan, kotu yapilmis olani ise gercekten cok kotu olan bir sebzedir. Yaz mevsiminin ideal sebzelerinden olan bamya ozellikle de canim Ege bolgesinde oldukca cok yetisir ve lezzetlidir. Biraz emek ve huner istedigi dogrudur ama eger benimki gibi yetenekli bir asci annenizse ve siz sadece onun zeytinyagli bamya yemegini seviyorsaniz isiniz kolaylasir. Ozellikle cocuklara yedirmesi zor olan bu sebzenin zeytinyagli ve bol limonlu hali iyi yapilinca leziz bir yemege donusebilir. Bugun yaptigimiz hali de tam olarak oyleydi ve ben de paylasmak istedim.





Gerekli Malzemeler

  • 1 kg bamya
  • 2 adet kuru sogan
  • 2 adet domates
  • 1 yemek kasigi salca
  • 3 yemek kasigi zeytinyagi
  • Yarim limon suyu
  • 2 dis sarimsak
  • Nane, 2 kup seker, tuz




Nasil Yapilir

  1. Bamyalar yikanip, suzuldukten sonra sap kisimlari huni seklinde temizlenir.
  2. Tencereye zeytinyagi konularak kucuk dogranmis sogan ve sarimsaklar 2 kup seker eklenerek kavrulur. Bir yandan da ayri bir kaba domatesler rendelenir.
  3. Pembelesen sogan karisimina nane, salca ve rende domatesler eklenir, 5 dakika da bu sekilde kavrulur.
  4. Daha sonra suzgec yardimi ile bamyalar susuz olarak tencereye eklenir ve limon suyu da ayrica konulur. 5 dakika bekledikten sonra bamyalarin uzerini ortecek sekilde kaynar su tencereye konulur ve yemegin pismesi beklenir.




Yanina pilavin ve buz gibi bir ayranin cok yakisacagi saglikli ve yaza ozel zeytinyagli yemegimiz hazir. Afiyet olsun.


Kis Uykusu Zamani


En saygin film festivallerinden Altin Palmiye’nin bu yilki kazanani, odulunu “Piyano”’nun yonetmeni Jane Campion’in basinda oldugu jurinin degerlendirmesi sonucu, unlu yonetmen Quentin Tarantino ve guzel oyuncu Uma Thurman’in elinden alan Nuri Bilge Ceylan oldu. Nuri Bilge Ceylan’in en konuskan filmi olarak anilan “Kis Uykusu”’na gosterime girer girmez gidenlerdenim. Bize her daim gurur veren yonetmenimizin yaptigi bu filme gitmemek buyuk bir eksiklik olur diye dusundugum ve uzun bir film oldugunu okudugum icin mutlaka sinemada izlemek istedim. 



Kis Uykusu, elestirel dilini daima koruyarak insanı insana kirici olmaktan hic korkmadan anlatan etkileyici bir film. Nuri Bilge Ceylan’in onceki filmlerinde oldugu gibi Kis Uykusu da gorsel bir solen. Yonetmenin fotografciliktan gelmis olmasi da sahnelerin birer fotograf karesi gibi guzel ve vurucu olmasini sagliyor. Ozellikle filmin acilisi ve yilki ati ile olan sahne unutulmayacak cinsten. Uzun ama surukleyici diyaloglari ve iyi secilmis oyunculariyla da izlenmeyi, hakkinda dusunulmeyi ve sevilmeyi hakediyor.




Eski tiyatrocu Aydin (Haluk Bilginer) Kapadokya’da butik bir otel isletmekte ve bir yandan da yerel bir gazeteye kose yazilari yazmaktadir. Otelde genc esi Nihal (Melisa Sozen) ve ablasi Necla (Demet Akbag) ile yasayan Aydin’in hedefi uzun suredir yazmaya calistigi turk tiyatro tarihini anlatan kitabini bitirmektir. Etrafindakilerin ilgisinin kendisinde olmasini sevdigini anladigimiz elitist kahraminimiz ne esinin de ne de ablasinin kendisine olan tepkilerinden memnun degildir. Onlar tarafindan basarisiz, kibirli ve korkak bulundugunu dusunen Aydin bu tepkileri haketmedigine inanir. Kendisine ovguler yagdiran bir mektupla yardim isteyen bir ilkokul ogretmenin baslattigi ve sorunlu kiracilari ile esinin yardimsever arkadaslarinin tetikledigi olaylar dizini Aydin'i kendisi ve yasami hakkinda dusunmeye iter. Tabi bu durumun karsilikli oldugunu ve filmdeki iliskiler konusunda tam bir etki-tepki durumu oldugunu da kisa surede anlariz.




2 yildir ayni evde birbirinden uzak bir sekilde yasayan Nihal ve Aydin birbirlerinin kisiligiyle ilgili hayal kiriklarina ugrayan, tartismaktan ve sonuc alamamaktan bikan bir cifttir. Cozumu ayrilikta ve terk etmekte gormeyen Nihal kendini hayir islerine vermistir. Gelip giden misafirleri, kendisi gibi yardimsever arkadaslari ve onlar sayesinde giyinen cocuklarin ve sobasi yanan koy okullarinin dusuncesi onun yegane mutlulugu haline gelmistir. Yardim isleri sayesinde hayatta bir amaci oldugunu ve ise yaradigini hisseden Nihal’in en buyuk sorunu ise kendisini ve yaptiklarini kucumsedigini dusundugu esi Aydin’in hayatina olan mudahaleleridir. Kendi acisindan olaylara bakan ve hep karsisindakini elestiren Nihal yasadigi olumsuzluklarin yuzde yuz suclusu olarak esini gorur fakat onu hayatindan cikarma cesaretini yada kararliligini kendinde bulamadigi icin de kendisini de hirpalar.





Aydin’in ablasi Necla ise Istanbuldaki esini ve hayatini birakip babaevine, Kapadokya’ya dondugu icin pisman olmaya baslayan ve hayatindaki tersliklerden korkak buldugu kardesini suclayan bir yapiya sahiptir. Aydin’i kapasitesini gerceklestirememekle suclarken onun secimlerini yargilar ve acik bir sekilde daha iyi bir yerde olabilecekken niye burada bunlari yapiyorsun diye onu elestirir. Belki de Aydin’i olabilecegi yerde olmamakla ve korkaklikla suclarken icten ice disiplinsiz ve amacsiz buldugu kendisini de yermektedir. Kardesine oldugu kadar kendisine karsi da elestirel olan Necla, pek cok dini ogreti de bahsi gecen “kotuluge karsi iyilik” fikrine saplantilidir. Bu fikirden yola cikip kendisine zamaninda cok cektirmis olan esine donmeyi bile dusunur.




Film icin olaylar, uzun suredir kirasini odemedigi icin Aydin Bey’in yardimcisi tarafindan icraya verilen fakir ailenin ilkokul cagindaki oglunun kindar ve ciddi bakislari ile beyin arabasina attigi tas ve kirdigi cam ile baslar. Yardimcidan kacarken suya dusen ve zaturreye yakalanmasindan korkularak evine birakilan cocuk otel sahibi aile ile evinden cikarilma tehtidi altinda olan imamin ailesinin hayatlarini birbirine yaklastirir. 




Bu kisimlarda Nejat Isler’in oyunculugu biraz rahatsiz etsede imam Hamdi rolundeki Serhat Mustafa Kiliç ile cocuk oyuncunun sahneleri kurtarmak bir yana ana karakterler kadar bizi etkiler. Otel musterilerinden biri olan Timur (Mehmet Ali Nuroglu) karakteri de ozgur olmaya, rahat takilmaya ve hatta dogaclama yasamaya calisirken komik ve itici duruma dusen hali vakti yerinde genc adam olarak karsimiza cikar ve iyi bir oyunculuk sergiler. Aydin’in Timur ile gecen diyaloglari sirasinda hissettiklerini gercekten merak ediyorum; hafif bir ozenme, genclige oykunme mi yoksa tam tersi kucumseme ve devir degismis hissiyati mi…




Evli ciftin ve abla-kardesin birbirlerini hirpalarcasina elestiren uzun sureli tartismalari mukemmel sekillendirilmis. Yonetmenin yillar alan gozlemlerine dayandigi bariz olan tum bu diyaloglar seyirciyi icine alan ve etkileyen bir surec yaratmis. Bu etki bende huzun seklinde oldu. Kimseyi suclu bulamadan, herkesi ve herkesin nedenlerini anlayarak izledigim tum bu tartismalar ertesi gun bile surecek bir etki birakti bende. Ozellikle Haluk Bilginer’in asmis oyunculugunun bunda etkisi buyuk. Tiyatroda da izleme sansina kavustugum Haluk Bilginer gercekten ornek alinmasi ve kiymet verilmesi gereken usta bir oyuncu.




Izlerken bana kimi zaman “Lafla peynir gemisi yurumez!”  atasozunu hatirlatan film oldukca surukleyici, ogretici ve etkileyici. Tum bu sebeplerle de bence mutlaka izlenmesi gerekiyor. Iyi seyirler…


3.7.14

Sahilde Kafka Gibi



21.yuzyil edebiyatinin zirve isimlerinden Haruki Murakami’nin tum kitaplari kadar etkileyici ve hepsinden daha surukleyici olan “Umibe No Kafuka”, Sahilde Kafka’yi okur okumaz hakkinda bir seyler yazmak istedim. Yazdiklari tum dunyada buyuk bir ilgiyle karsilanan ve kitaplari bir tur bagimlilik yaratan Japon yazar yine buyulu bir dunya yaratarak, sinirsiz hayalgucu ve inanilmaz bir olay orgusu ile bizi gundelik hayatlarimizdan cikarmayi basariyor. Kisacasi hayatima giren ve hicbir zaman da cikmayacagini dusundugum bu romandan bahsetmemek benim icin imkansizdi.




Uzun yillardir kacisinin hazirliklarini yapan ve kendisine Kafka (Cek dilinde karga) ismini veren 15 yasindaki gencimiz sirt cantasina ozenle topladigi esyalarla yola cikar. Amaci babasindan, kendi payina dusen kotu kehanetten, okulundan ve yasadigi evden mumkun oldugunca uzaklasmak ve yepyeni bir hayata biraz daha sicak bir yerde baslamaktir. Yillarca epey emek vererek guclendirdigi bedeni bu kacisa oldukca hazirken babasinin ugursuz kehanetiyle yogrulan ruhu olmasi gerekenden cok daha yaslidir. “Gun gelecek kendi ellerinle babani oldurecek ve kendi annenle seviseceksin.” diyen babasindan kacmak istemekte ne kadar da haklidir Kafka.




Yolun onu nereye goturecegini bilmezken vardigi sehirde sevdigi kitaplara ilginc bir kutuphane ile kavusur ve kutuphanenin calisanlariyla da arasinda kaderini etkileyecek iliskiler kurulur. Bir yandan da gizli belge ve tarihi raporlarla ikinci ana karakterimiz Nakata’nin ilginc hikayesini yavas yavas ogreniriz. Onun kadar sevilmesi kolay, surekli ayni seyleri insanlara anlatan ve kedilerle konusabilen bir karakter tanimamissinizdir.




Nakata ile Kafka Tamura arasindaki bag ise romanin sonuna kadar bizi sasirtmayi surdurur. Bu ilginc ikilinin yani sira roman boyunca karsimiza cikan Sakura, Saeki Hanim, Osima ve Hosino’nuyu da tanir ve hepsini ayri ayri severiz. Kendi hikayeleri, sarkilari, siirleri ve mekanlari olan tum bu insanlarla roman gercekten cok daha zengin. Murakami incelikle isledigi karakterlerini cok boyutlu yarattigi icin yasadiklari ve anlattiklari bazen ucuk kacik olsa da mantik aramadan olanlari icsellestirmek zor olmaz.

Yazarin Franz Kafka’ya, Sophokles tarafindan yazilan Yunan tragedyasi Kral Oedipus’a, Binbir Gece Masallari’na, Oedipus kompleksine, Salinger’in muthis eseri Cavdar Tarlasinda Cocuklar’a ve mistik Japon hikayelerine yaptigi sayisiz gondermeler de kitabi daha kiymetli hale getirir. Bol ogrenip bol sasiracagimiz bir roman yaratmaya giden yolda Murakami yine sinirsiz bilgisini sergiler. Inanilmaz betimlemeleriyle hikayelerin icine girmekte hic zorlanmaz ve Tamura ile kutuphanede kitap okumayi, Nakata’ya yilan baligi ismarlamayi arzulariz. "The world is a metaphor."



Sahilde Kafka’daki olay orgusu sonlara dogru insani biraz yoran bir hal alsa da biraktigi acik kapilara ragmen yarattigi buyulu gerceklikle kurgunun gelip baglandigi yer iyi ki okumusum dedirtiyor. Bu yuzden de karakterler, sarkilar, mekanlar, yemekler, kitaplar, resimler ve duygular ile bambaska bir dunya yaratan yazara tesekkuru bir borc biliyorum.

Kitapta bahsi gecen sarkilarda olusturabileceginiz playlist:

Crossroads - Cream
Schubert piano sonat in d major
Heigh ho(from Snow White) - Andre Rieu
4th time around - Bob Dylan
As time goes by - Billie Holiday
The dock of the bay - Otis Redding
Corcovado - Getz/Gilberto




Sahilde Kafka

Sen dünyanın kenarında oturuyorsun
Ben artık olmayan bir kraterin içinde.
Harflerinden yoksun sözcükler
Duruyor kapının gölgesinde.

Uyuyan bir kertenkelenin üstüne parıldıyor Ay,
Küçük balıklar yağan göklerden.
Pencerenin dışında askerler var
Bıçaklarla kendilerini öldüren.

Kafka sahilde bir sandalyede oturuyor
Anlaşılan, dünyayı döndüren sarkacı düşünmekte.
Kalbin ne zaman kapalı ise
Yerinden oynamayan Sfenksin gölgesi
Düşlerini delen bir bıçağa dönüşmekte.

Boğulan kızın parmakları
Giriş taşını ve daha fazlasını arıyor.
Mavi elbisesinin ucunu kaldırıp

Sahildeki Kafka’ya bakıyor