Bir yandan 2.Dunya Savasi'nin
bittigi ama bir yandan da insanlarin gelecege karamsar baktigi, soguk
savas yillarinin henuz bitmedigi zamanlardir 50'li yillar. Avrupa
yaralarini sarip yeni bastan yapilanmaya calisirken Amerika dunyanin "super guc"u olmaya dogru yola cikiyordu.
O yillarin Hollywood
filmlerini izlemek hala cok keyiflidir. Belki de bu sebeple o
zamanlar unlu olan pek cok yildiz gunumuzde hala stil ikonu
konumundalar. Tabi ki Marilyn Monroe, Audrey Hepburn
gibi stil sahibi aktrislerden ve Elvis Presley, Dean Martin
gibi yildizlardan bahsediyorum. Fotograflardan goruldugu kadariyla
insanlar gunluk hayatlarinda da moda konusunda nispeten daha rahat
tarzlari benimsemeye baslar. Kalipli formlar ve parilti anahtar
sozcuklerdir o yillar icin.
Turk sinemasinda ise 'Kucuk
Hanimefendi' olarak anilan Belgin Doruk ve 'Tacsiz Kral'
lakapli Ayhan Isik gibi yildizlar parlamaktadir. Cocukken
yengem beni Belgin Doruk'a benzettigi icin uzun yillar boyunca
yanaklarimin onunkiler gibi sismesinden korkmustum. Ben buyuyunce pek
benzemedim ama harika bir sesi olan, yetenekli sarkici Goksel'i ona
cok benzetiyorum. 50'lerin yildizlarinda gercekten buyulu bir seyler
var. Benim amacim o yillara ait olan bay-bayan moda gostergelerinden
ve ikonlarindan bahsetmek.
Ayakkabi konusunda kadinlar
icin stilletto ayakkabilar yukselise gecer hatta tasarimcilar en ince
topugu yapmak adina yarisir. Erkek modasi ile ilgili ilginc bir
ayrinti da basketbolcular simdiki kocaman, alti sert ayakkabilar
yerine maclarda converse giymektedir. Kovboy botlari da o yillarin
modalarindandir.
Elbise ve etekler icin
puantiyeler ve pliler modadir. Etek boylari da genellikle diz
civarinda sona erer. Kumas turu olarak da saten ve ipek on plana
cikar. O donemin beli daracik, kabarik etekli elbiselerine bayilmamak
mumkun degil.
Erkek takimlari onceki
donemlerdeki sert cizgilerini daha dogal bir hale birakir ve ceket
boylari uzarken omuzlari onceki donemler de oldugu gibi kendiliginden
olan kalip yerine gercekten omuzlara oturan bir hal alir.
Sapkalar onceki
yillara gore biraz kuculmustur. Basin hafif arkasinda duracak sekilde
kullanilir. Bu yillar sac modeli olarak topuzun popularitesi
tartisilamaz.
Eldivenler de o yillarin
onemli aksesuarlarindan. Dirseklere kadar uzanan, giyilen kiyafetle
uyumlu olacak sekilde secilen ipek ya da deri eldivenler oldukca
fazla kullanilir. Donemin kosullari dusunulurse bu eldivenlerin
sadece moda amacli olmadigi, yolculuk yaparken usumeme amaci da
guduldugu goz ardi edilmemeli.
Ayrica 50'lerde kurk geri doner
fakat kullanim sekli 20'lerde ve 30'larda oldugundan daha farkli
olarak terzi elinden gecmis, dikilmis sekildedir. Tarlatanli
elbiseler, kedi gozlukler, kalin kemerler yayilir. Kiyafetlerde
kullanilan renklere cesitlilik de bu yillarda gelmeye baslar. Parlak
turuncunun, kahverenginin ve kirmizinin yillari yasanir.
Kisacasi 50'ler, 1945'te biten
2.Dunya Savasi'nin etkilerinden dolayi fakirlesen dunyanin yeniden
kendine geldigi ve modaya tekrar onem verdigi yillardir. Turkiye'de
ise onemli terzilerin ortaya ciktigi ve onlarla beraber moda
tasarimlarinin yaratilmaya basladigi ilk zamanlardir. 1950'lerdeki
moda akiminin Dior'un “New Look” koleksiyonu ile basladigi
dusunulur. Modanin baskentinin Paris oldugu ve Amerika'yi da
etkiledigi dusunulmekle beraber Hollywood film yildizlarinin
ikonlasmasi ile dunya Amerika'daki moda akimlarini da takip eder ve
uygular hale gelir.
Kisitli vakitlerde yemek yapmak
nasildir bilirim. Evliligimin ilk zamanlarinda cok sevdigim ama
oldukca yogun olan bir isim vardi. Eve geldigim anda elimi yikayip
ustumu degistirdikten hemen sonra mutfaga kosturuyordum. Cunku evde
yemek yapmak ve yemek benim icin tartisilmaz bir keyif. Tabi bu kadar
sevmeme ragmen arada disaridan kebap cesitleri, pide-lahmacun ya da cin yemekleri evimize misafir ediliyordu.
Hatta esimle aldigimiz karar dogrultusunda haftasonlari bir gun
mutlaka disarida yemek yemeye calisiyorduk. Bu kimi zaman balik
ekmek, midye satan salas mekanlar kimi zaman da hos bir restoran
oluyordu. Bu konuda Ankara'nin cesitliligi inanilmaz, bilen bilir. Bu
arada kendim yemek hazirladigim gunler isten donerken markete ugrayip
her seyi taze taze aliyor olmak da keyifli olmasi bir yana biraz
zaman kaybettiriyordu. Aksam yemeklerini genelde 8 bucuk hatta bazen
de 9 gibi yemek zorunda kaliyorduk cunku her sey cabucak
pismiyor. Hatta cogu guzel et yemegini yapmak saatler alabiliyor. Dun
pisirdigim ve bugun burada bahsedecegim tarif ise hem hazirlamasi hem
de pisirmesi kisa suren turden. Ustelik ciddi anlamda yararli, omega
kaynagi.
Gerekli Malzemeler:
3 tane somon dilimi (2 kisi
icin)
2 adet sogan
2 adet patates
Yarim bardak kasar peynir
rendesi (Ben provolence kullandim.)
1/2 yemek kasigi biber
salcasi
1 yemek kasigi domates
salcasi
6 corba kasigi zeytinyagi
(Somon basina 2 kasik gibi dusunun.)
5 dis sarimsak
Tuz, kuru nane, kekik,
karabiber
Yarim limon
Nasil Yapilir:
Patatesleri soyup, buyuk
kareler seklinde dogruyoruz. Soganlari ve sarimsaklari da orta
buyuklukte dograyarak hazirliyoruz. Somonlari, hafifce sudan
gecirdikten sonra icinde 3 kasik zeytinyagi ve yarim limon suyu
olan, karabiberi, tuzu atilmis sosa koyup, kabin icinde ters-yuz
cevirip 5 dakika bekletiyoruz.
Firin tepsimizin altini
hafifce yaglamaliyiz ya da yagli kagit kullanabiliriz. (Bu arada
aluminyum folyonun isindigi zaman zararli hale geldigini hatirlatmak
isterim, firinda kullanmamak gerekiyor.) Somonlari icinde oldugu
zeytinyagli, limonlu karisimla beraber tepsimize yerlestiriyoruz.
(Ben 2 kisi oldugumuz icin 3 somondan yaptim ama genelde kisi basi
bir tane de yetebiliyor.) Etrafina da patates, sogan ve sarimsak
karisimini ekliyoruz.
Ayri bir kasenin icinde 2
bardak sicak su, 3 kasik zeytinyagi ile salcalari ve tuzu karistirip
bir sos hazirliyoruz ve tepsiye sebzeleri ve baligi yerlestirdikten
sonra salcali karisimi uzerlerine dokuyoruz. Bu sayede baligimiz
kurumayacak ve firinda kendi yaptigi buhar ile yumusayacak.
Tepsimize en son peynir
rendemizi dokuyoruz. Ben genelde sadece sebzelerin uzerine bu
karisimi dokuyorum, somonlara gelmemesine dikkat ediyorum.
Somonlarin uzerinde sadece sarimsaklarin ve kara biberlerin olmasi
guzel bir tat veriyor. Bir de bu sefer oyle yapmadim ama lezzet
vermesi icin limonu ince ince yuvarlak halka seklinde kesip somonun
uzerine dizebiliriz.
180 derece isitilmis firina
tepsiyi yerlestiriyoruz, dereceyi ayni tutuyoruz. Ben 30 dakika sonra firini kapatiyorum ve 5
dakika daha iceride tuttuktan sonra servis etmeye basliyorum.
Suyunun tamamen bitmemis olmasini oneririm.
Firinda somonun yanina guzel bir
salata ve misir ekmegi tarzi ekmekler cok yakisiyor. Zaten yanindaki
baharatli patateslerde oldukca doyurucu oluyor. Hatta tepsinizin
buyuklugune gore yanina sevdiginiz bir baska sebzeyi de
ekleyebilirsiniz. Ben bu tarifi olusturmak icin yaptigim ilk denemede
havuc ve domates dilimleri de kullanmistim ama sanirim sadece
patates, sogan ve sarimsak cok daha iyi oluyor. Belki bir dahaki
sefere brokoli yada bezelye ile deneyebilirim. Balik yemeklerinin yanina tatli olarak irmik helvasi harika olur. Umarim siz de bu
tarifi kolayca yapar ve cok seversiniz. Afiyet olsun.
Sizi mutlu edecekleri, surukleyici
olacaklari kesin degildir ve basindan sonunu gormeniz pek mumkun
olmaz. Fransiz filmlerindeki akistan, anlasilmazliklardan dolayi bu
filmlere olusan on yarginin farkindayim. Amerikan filmlerine fazlaca
alismis oldugumuzdan da olabilir bence bu durum. Genel sorun
kurgudaki yavaslik yada ritim sorunu gibi gelebilir ama senaryonun
beklendigi gibi cikmamasi da insanlari Fransiz filmlerinde
uzaklastiriyor. Oysa bizi sasirtan karakterlere, konusmalara,
tartismalara tanik olmak fena bir sey degil hatta zihin acici
olduguna inaniyorum.
Kultur itibariyle Fransizlardan
cok farkli olmamizin da etkisi olabilir. Kendimiz ve sevdiklerimiz
hakkinda rahat konusamayan, insanlarin yuzune karsi elestiri
yapmaktan cekinen bir toplum sayiliriz. Ciddi tartismalara girdikten
sonra iliskilerimizi gelistirip daha iyi bir yerden devam etmek pek
bizim tarzimiz sayilmaz. Kesip atmak, yikmak ve uzucu seylerden
kacmak bize daha uygun sanki. Fazla entel ve ciddi davranip sinema
kuramlarindan bahsetmeyecegime guvenebilirsiniz. Benim yazimda
bahsedecegim filmler; komik, romantik, hayal gucumuzu canlandiracak
ve ayni anda sorgulamamizi saglayacak unutulmaz Fransiz filmleri
olacak.
Le Prénom:
Turkiye'de “Ilk Isim” adiyla
gosterilen, 2012 yapimi bir Fransiz komedi filmidir. Edebiyat
profesoru olan Pierre (Charles Berling) ile ogretmen olan esi
Elisabeth (Valérie Benguigui), tam bir Fransiz evi (bol kitap ve cerceve) olan keyifli
evlerinde en yakin arkadaslari Claude'u, Elisabeth'in kardesi
Vincent'i ve onun esi Anna'yi agirlayacaklardir. Vincent (Patrick
Bruel) ile Anna'nin (Judith El Zein) cocuklari olacaktir ve aksam
yemeginde ana konu cocugun adinin ne olacagi olur. Vincent cocugun
adini Adolphe koyacagini aciklar ve digerleri bunun Hitler'in adi
olan Adolf'u cagristirdigini soyler, karsi cikarlar. Bunun uzerine
aralarinda ciddi ve bir o kadar komik tartismalar cikar. Bu sirada
basarili sanatci Claude'un (Guillaume de Tonquedec) bunca yildir
sakladigi ve en yakin arkadaslarinin annesi ile ilgili olan cok
onemli bir sir da ortaya dokulur. Sarki secimlerindeki yaraticilik,
oyuncularin yetenegi ve birbirleriyle uyumlari, evin atmosferi derken
ortaya gercekten keyifli bir durum komedisi cikmis.
Le Jouet:
Adi turkce 'oyuncak' anlamina
gelen, 1976, Francis Veber yapimi Fransiz komedi filmidir. Sadece bir
komedi filmi olmadiginin da altini cizmek gerek; yaratici politik,
sinifsal cozumlemeler ve alt-ust iliskileri ile ilgili anektodlar
bulunmaktadir. Issiz bir gazeteci olan Francois (Pierre Richard)
sonunda onemli bir gazetede spiker olarak is bulur. Fakat isin sahibi
cok zengin ve despot bir adam olan Pierre'dir (Michel Bouquet) ve
onun da ciddi anlamda simarik, kucuk bir oglu vardir. Bu simarik ama
sevimli ve bir o kadar da korkunc cocuk, Francois'yi oyuncagi olarak
ister. Bunda gazetecimizin kivircik ve sirin saclarinin ne kadar
etkisi var diye dusunmeden edememistim izlerken. Sonuc olarak
Francois'in fazla secenegi yoktur, isini kaybetmemek icin cocugun
oyuncagi olmayi kabul eder ve film bundan sonra baslar. Duygusal
anlar yasayacaginiz, deliler gibi guleceginiz, gazetecimize
uzuleceginiz ve bir yandan hayati sorgularken bir yandan da
egleneceginiz yaratici bir film. Oyuncularin gercekten cok iyi
secildigini dusunuyorum, filmin gectigi ev de incelemeye deger.
Le Voyage Dans La Lune:
Sinema severlerin cok sey borclu
oldugu kiymetli insan Georges Méliès'e ait 1902 yapimi, ilk
bilimkurgu filmidir. Aslinda sadece 13 dakika oldugu icin kisa film
de diyebiliriz. Olanaksizliklar icinde yaratilmis en guzel seylerden
biridir. Aya yolculuk yapan bir grup adam, aydaki adamlar tarafindan
yakalanirlar, daha sonra kacip kurtulur ve dunyaya donerler.
Elleriyle renklendirdikleri, yaratici fikirler ile yarattiklari bu
filmi izlemek inaniyorum ki tum sinema severlere farkli bir mutluluk
verecektir.
“Cesaretin Var Mi Aska” adiyla
gosterilen, 2003 yapimi, hem romantik hem komik hem de dramatik
ogeler iceren muthis bir Fransiz filmidir. Julien (Guillaume Canet)
ile Sophie (Marion Cotillard) birbirlerinin cocukluk asklaridir.
Cocukken asik olan ama bunu iddialasarak, atlayip ziplayarak,
yaramazlik pesinde kosarak geciren ve birbirine hic tam olarak
acilamayan pek cok cocuk gibi onlarda ailevi yada baska sebepler ile
ayri duserler. Ustelik bu iki cocugun ailesi, toplumun tamamen farkli
kesimlerinden gelmektedir. Bu sebeple gelecekleri de birbirinden cok
farkli sekillenir. Ama kader diye bir sey vardir ve yollari yillar
sonra tekrar kesisir. Her seyi oyuna donusturen bakis acilari ve hic
kaybetmedikleri kara sevdalari onlarin basina epey is cikarirken,
birbirlerine sonsuza kadar sahip olmanin farkli bir yolunu bulurlar,
cesurdurlar. Kahkalara bogulmanizin hemen ardindan deli gibi
aglayabilirsiniz. Filmi izlerken hayal gucunuzu de yaninizda
bulundurursaniz rahatca favori romantik komedi filminiz olabilir.
La double vie de Véronique:
“Veronique'in Ikili Yasami”
adiyla da bulabileceginiz, muhtesem yonetmen Krzysztof Kieslowski
'nin 1991 yapimi dramasidir. Weronika Polonya'da yasarken, Veronique
Paris'te yasamaktadir. Birbirlerini tanimayan bu iki kadin oldukca
paralel hayatlar surerler. Bu filmdeki roluyle Cannes'dan odul alan
Irene Jacob, benim hayran oldugum kadin oyunculardandir; naif ve etkileyici. Buyuleyici goruntuler ve muzikler filmi oldugundan cok
daha iyi bir yere konumlandirmaniza sebep olur. Sadece kisacik kukla
sahnesi ile bile bu listeye girmeyi garantilemistir benim gozumde.
Trois couleurs: Rouge:
Kieslowski'ye ait olan bu uclemede
benim en sevdigim film “Kirmizi”'dir. Her ne kadar normalde en
sevdigim renk mavi olsa da “Rouge”, uc renk serisinin en
etkileyici olanidir. Fransiz bayragini olusturan bu uc renk, uc farkli
kavrami temsil etmektedir. Mavi ozgurluk demekken beyaz esitlik
anlamina gelir ve kirmizi da kardesliktir. Cok sevdigim bir oyuncu
(Irène Jacob) basrolunde oldugu icin mi yoksa uc filmi toparladigi
icin mi emin degilim ama yeri ayridir. Ic ice gecen olay orgusu sizi
kolayca sarsar ve varolan sistem hakkinda dusundurur. Adalet, kader,
masumiyet, sans gibi kavramlar kafanizin icinde donup durur, sonuca
varamazsiniz. Senaryo inanilmazdir, olaylar paralel sekilde islenir
ve oyunculuklara da inanamazsiniz cok samimidir. En sonunda film en
sevdiginiz filmler arasinda yerini alir. Daha iyi anlamak icin
oncesinde Mavi ve Beyaz filmlerini bu sirada izlemek onerilirse de
sart degildir. Kirmizi basli basina akli basinda diyaloglari ve
yaratici kurgusuyla yeterlidir. Filmin sonunda bir seyler uretmek
istersiniz ki film herkesin icindeki potansiyele inanan o filmlerdendir.
Saheserdir... Amelie filmini tek
kelimeyle anlatmam gerekse sanirim boyle derdim. Allahtan 2001 yapimi
bu enfes romantik komedi hakkinda bir paragraf yazabilecegim.
Sempatik, masum, becerikli ve naif bir kizdir Amelie. Biraz tuhaf
olan cocuklugundan beri (ki filmin en keyifli sahnelerinin bazilari
oradadir) kendi kendine ayakta durabilen, hayal kurarak var olan,
ailesine destek olabilen ve en onemlisi kendi adalet anlayisina gore
baskalarini mutlu etmeyi gorev gibi benimsemis biridir. Boyle
yaratici ve enteresan bir senaryoyu yazdigi icin Guillaume Laurant'a
ve bu kadar guzel goruntulerle bize sundugu icin Jean-Pierre Jeunet'e
tesekkur etmek sart ve tabi hakkini teslim etmemiz gereken bir baska
kisi de kafamizdaki zarif Fransiz kadinina sempatiklik ozelligini de
eklemeyi basaran Audrey Tautou'dur. Bu film, ayrintilarin onemi ve
guzelligine vurgu yapar ve mutlulugu aramak icin inanc ve biraz da
huzur verir. Eger hala izlemediyseniz de Amelie'nin fantastik
dunyasini seveceginize eminim, onunla beraber aski kesfedip, hayata
farkli gozlerle bakmaya baslayabilirsiniz. Bu arada filmin muzikleri
de mukemmeldir.
Les Amants du Pont-Neuf:
Iki genc serserinin askini
anlatan, turkceye “Kopru Ustu Asiklari” gibi enfes bir isimle
cevrilmis, 1991 yapimi romantik dramadir. Gorme duyusunu hizla
yitiren, varlikli bir ailenin kizi olan ressam Michèle (Juliette
Binoche) ile gercek bir serseri olan ve Paris'in en eski koprusu
'Pont Neuf' uzerinde yasayan Alex'in (Denis Lavant) umutsuz, imkansiz
askini temel alan bir filmdir. Aslinda film boyunca 'bu ask mi?' diye
dusunup, kafaniz delice karisiyor. Hemen eve gidip resim yapmak
mumkun olsa bir calgi calmak falan geliyor. Yani kolayca filmin
yaraticiligi tetikledigini dusunerek yararli oldugunu soyleyebiliriz.
Film harika Paris sahneleri ve inandirici oyunculuklariyla siir
gibidir. Ama oyle sakin, huzurlu bir siir beklemeyin daha cok
yaralayici, sorgulayici ve sasirtici turden. Bu arada ben filmi
izledigimde epey kucuktum ve basroldaki erkek oyuncunun canavara
benzedigini, cok cirkin oldugunu dusunup aralarinda duzgun bir seyler
yasanamiyor olmasinin bir kismini da buna baglamistim.
Les Choristes:
Ulkemizde “Koro” adiyla
gosterilen 2004 yapimi cocuklar ve muzikle dolu muthis bir dram. Bir
okulu, bir sinifi ya da bir ogrenciyi sadece bir ogretmen nasil
degistirebilir fikrinden yola cikilip yapilan onlarca film izlemis
olmama ragmen bu benim aralarinda en sevdigimdir. Cocuklari cok
seviyor olmamin yani sira aslinda filmdeki muzik tarzi pek benim
zevkim sayilmaz. Ama o kadar ince o kadar ictendir ki kapilmamak,
etkilenmemek imkansiz. Ustelik film sadece bu ikisinden guc
almamaktadir. Sorunlu cocuklara uygulanan disiplin tarzi, siniflarda
yasanan komik ve aci olaylar aklimiza etki-tepki olayini getirir ve
icimize dokunmayi basarir cunku oldukca tanidiktir. Henuz oyle bir
sansim olmadi ama bir cocuk yetistirirken onun disipline ihtiyaci
oldugunu dusunenlerdenim. Ama disiplin kavramini bazilarindan farkli
algiliyorum sanirim. Muzik ile, spor ile disiplin edilen cocuklarin
hem kendileriyle daha barisik hem de daha basarili ve tamamlanmis
hissedecegini dusunuyorum. Bu dusuncemin olusmasinda “Koro”'nun
katkisi buyuktur. Bagirma-cagirmayi, ceza verip her seyi yasaklamayi
disiplin sananlarin bu filmi izlemesi neyi degistirir bilmiyorum ama
herkesin izlemesi gereken hem aglatan hem gulduren, dokunakli bir
filmdir.
Léon:
Turk televizyonlarinda oldukca sik
yayinlanan, 1994 yapimi bir Luc Besson filmidir. Bir dram olmasi
yaninda suc filmidir de. Profesyonel bir kiralik katil olan Leon'un
(Jean Reno) komsusu olan kucuk Mathilda'yi (Natalie Portman) ailesi
baskin sirasinda oldurulurken kurtarmasi ile olaylar gelisir. Bu
tamamen zit olan ikilinin garip uyumu, aralarinda gecen konusmalar,
benzeri gorulmemis cekimler ve ozellikle filmin sonunda bize
yasattigi sorgulama hali muthistir. Tekrar tekrar izlenesi bir film
olmasi yani sira filmde calan “Shape of My Heart” sarkisini da
defalarca dinlettirir. Senaryosunun ve oyunculuklarin gucu bu filmi
listemde de on plana cikariyor, essiz hale getiriyor. Leon siradan
bir film degildir hatta sadece bir film degildir. Belki de ilk kez
kucukken izledigim icin benim icin bu denli etkileyicidir. Ama bana
kucuk kizin masum ve buyuk aski ile hayati boyunca kendisinin kotu
oldugunu dusunmus buyuk adamin icindeki iyiligi bulmasi gibi pek cok
sey ifade ediyor. Mathilda'nin bir basina kalmisligi sizi aglatirken,
cesur davranislari gulumsetir. Hayran gozlerle izledigi adama olan
sevgisi ile psikolojik cozumlemelere dogru yol alirsiniz. Ironiktir,
felsefiktir, bireyseldir, zekicedir ve ayni zamanda naif, masum bir
hikayedir Leon'da bize verilen.
Olmeden once oraya mutlaka
gidilmeli. Hatta eger mumkunse sevdiginiz ile birlikte gidilmeli. Benim bu
sansim olmadi ama Paris gercek bir asiklar sehri. Ayni zamanda
etkileyici bir tarihe sahip, gorkemli, asil ve romantik. Bir gercek
daha var ki orada olmak insana kendini ozel hissettiriyor. Paris
benim icin bir cagrisimlar sehriydi. Cocuklugumdan beri ogrendigim
fransizcanin, kitaplardan okudugum, filmlerde hayran oldugum,
sevdigim tum ressam ve yazarlarin yolunun dusmus oldugu dunyanin en
guzel baskentiydi. Gittikten sonra, bekledigim her seye sahip
olmasinin yani sira tahmin bile edemeyecegim baska ozellikleri de
oldugunu farkettim.
Her seyden once kusursuz
degildir Paris. Hatta tam tersi yonetim hatalariyla, pis metro ve
sokaklariyla, kibirli insanlariyla, cok pahali restoran ve
cafeleriyle yorucudur. Ama sonra bir koprunun uzerinden nehri
izlerken yada unlu bahcelerindeki bir bankta otururken tum sorunlari
ve sehrin kesmekesini unutursunuz. Genis caddeleri, sanat eseri
misali binalari, guzel giyinmeyi bilen kadinlari, inanilmaz muzeleri,
yakisikli erkekleri, Eyfel kulesi, dunyanin kulaga en guzel gelen
dili, her yere giden metro ve trenleri, kozmopolit insanlari, Sacre
Coeur'un merdivenlerinde muzik yapan guleryuzlu yabancilari,
Montmarte'in sanatsal havasi... Aklinizda sadece iyi yanlari ve
guzellikleri ile kalmayi basaran insanlar gibidir Paris, uzaktan
sevmesi kolaydir ve her daim kendini ozletir.
Ben Istanbul'dan kalkan bir
ucakla Paris'in CDG (Charles de Gaulle) havaalanina inmistim.
CDG, Paris'e ilk kez giden birinin geziye baslayabilecegi en dogru
yer degildir. Diger unlu sehirlerin cogunda oldugundan daha kucuk ve
daha eski bir havaalanidir, karmasiktir CDG. Ne kadar cok zenci var
etrafta diye sasirabilir, ben buradan sehir merkezine nasil gidecegim
diye endiselenebilirsiniz. Hele de fransizcanizi kolayca
anlamadiklarini, ingilizceyi de bilmediklerini/konusmadiklarini
farkederseniz korkuya kapilabilirsiniz. Oysa Paris'in iyi bir toplu
ulasim sistemi vardir. RER denilen tren ile, otobusle yada taksiyle
kolayca sehre ulasabilirsiniz. RER hatti her 15 dakikada bir terminal
1&2'den kalkip Paris sehir merkezine yarim saatte varir. Eger cok
bavulunuz yoksa tercih edebileceginiz en ucuz ve rahat ulasim
seklidir, fiyati da 9 Euro civaridir. Taksi de ortalama 40-50 euro
tutmaktadir.
Paris'te kalinacak otel
konusunda tercih yaparken merkezi bir yerde olmasina dikkat etmek
gerekir. Bir onemli ayrinti da oda, lavabo konusudur. Merkezi
yerlerde, verdiginiz gecelik fiyatin hakkini verebilecek buyuklukte
ve icinde sadece size ait duzgun bir lavabo olan bir odaya sahip otel
bulmak zor olabilir. Nice buyuk ve guzel otelin icinde de fareye
rasgelebilir, umursamaz ve ingilizce bilmeyen calisanlara denk
gelebilir ya da gece bagira bagira sarki soyleyen, ucmus komsulara
sinir olabilirsiniz.
Moulin Rouge
Benim Paris'te en cok sevdigim
yerlerin cogu Montmartre'tadir. Butikler, cafeler, galeriler,
kucucuk bahce ve kiliseler... Eger Paris'e tur ile gidiyorsaniz
mutlaka bu mahalleyi gormek konusunda israrci olun derim. Orasi pek
cok sanatsal akimin evrimlestigi, buyuleyici Sacre Coeur'un ve Moulin
Rouge'un merkezidir. Montmartre; bohem havasini hala koruyan,
yaratici taki atolyelerinin ve sanat galerinin bulundugu, adim basi
delilere rasgeleceginiz, gokyuzune yakin hissedebileceginiz tepeleri
olan bir yerdir. Yokus yukari yururken acikirsaniz da unutmayin en
lezzetli ekmekler ve peynirler de orada daha uygun fiyata
bulunabilir. Ustelik tepedeki cafelere de ugrayabilirsiniz. Hangi
sokakta oldugunu hatirlamiyorum ama Sacre Coeur'e dogru giden
yollardan birinde Turk bir kebapci da mevcuttu.
Sacre Coeur
Sacre Coeur gizli/kutsal
kalp anlamina gelen, icinde rahibelerin bulundugu bembeyaz bir
kilisedir. Ben oldukca camiye benzetmis ve Eyfel'den daha etkileyici
bulmustum. Ogrendigim kadariyla beyaz rengini traverten taslarindan
yapilmasi sebebiyle koruyormus. Onundeki merdivenlerin ve cimlerin
uzerinde her daim muzik yapanlarin oldugu, keyifli bir ortami vardir.
Merdivenlerde otururken, Paris evlerinin catilarindan olusan
gunbatimini keyifle izleyebileceginiz harika bir manzaraniz olur.
Fransiz arkadaslarim geceleri o cevrenin cok guvenli olmadigini
belirtmis olsa da hava kararmisken sehrin isiklari yukaridan cok iyi
gorunur. Amélie filminin cogunun cekildigi yer yine
burasidir. Etrafta da Audrey Tautou'ya benzeyen beyaz tenli, siyah
sacli Fransiz guzellerine rastlamak mumkundur. Gercekten fransiz
kadinlarinin zarif halleri ve zevkli giyimleri bahsedildigi kadar
vardir. Ama oradaki herkesin cok cok fazla sigara ictigini de
unutmamak lazim.
Jardin de Luxembourg
Montmartre bolgesi kadar guzel
olan bir baska yer Saint Germain'dir. Erkeklerin genelde
futbol takimi sayesinde asina oldugu bir isimdir bu ayrica. Bu harika
cadde de muthis kitapcilar ve cafeler bulunur ama merkezden biraz
uzaktir. Ben en cok “Lex Deux Magots” cafesini sevmistim.
Size de orayi oneririm ama populer olan bu cafe yerine sokaklarinda
yururken karsiniza cikacak taze kekleri oldugunu iddia eden kucuk
cafelere de girebilirsiniz. Bu arada cok yaratici seyler satan
butikler de her kose basinda. Benim Paris'te vakit gecirmekten cok
hoslandigim ve ailece gelenleri gorunce cok ozendigim yerlerden biri
de bu semtte sayilir. Jardin du Luxembourg, bir
ucundan bir ucuna yurumenin zevk oldugu, Paris'in ikinci en buyuk
parki, ortasinda kucuk bir golun bulundugu ve seyyar sandalyeleri
alip istediginiz yere oturabileceginiz harika bir bahcedir. Havuz
kenarinda durup, kiraladiklari oyuncak gemileri yuzduren cocuklari
izlemek, rengarenk metal sandalyelerde oturmus dergi yada kitap
okuyan Fransizlari gormek keyifli ve rahatlaticidir. Ben bir de gol
etrafindaki heykelleri sevmistim.
Luksemburg
Parki ayni zamanda en eski Fransiz Universitesi olan Sorbonne'a
da oldukca yakindir. Kapisinda Montaigne heykeli bulunan bu basarili
universitenin binalari tam fotograflamalik. Yalniz bildigim kadariyla
Paris'te kiralar cok yuksek ve is bulmak cok zor oldugu icin burada
okuyan ogrenciler okullarindan bizim tahmin ettigimiz kadar
hoslanmazlar. Ama her seye ragmen 68 ogrenci hareketinin kalbi olan
ve o ruhu yasatan okul sohretini hala korumaktadir.
Louvre Muzesi
Tarihle
dolu bu sehirde yapilabilecek en guzel seylerden biri de, normalde de
muze antipatisi olanlardan degilseniz, Louvre, D'orsay gibi muzelere
ugramaktir. Ugramak genelde kisa sureli durumlar icin kullanilir ve
bu bahsettigim iki muze icinde bu oldukca zor. Ozellikle de Louvre'da
saatler degil gunler bile kolayca gecirilebilir. Ben gitmeden once
cok arastirip, yillardir merak ettigim eserlere oncelik vermis olmama
ragmen, bir sure sonra suurumu kaybetmis sekilde, “3 saat mi gecti
gercekten? Nasil oldu?” moduna girmistim. Bilincli davranip,
onceden muze haritasi alip, her katta ne oldugunu ogrenip, eserlerin
basinda makul zamanlar gecirilerek bu hale dusmekten kurtulabilir
insan. Ama sonucta kac kez gidecegiz o muzeye, insanin kendini biraz
kaybetmesi normal sayilmali belki de. Bu arada ben bahcesindeki cam
piramitleri de eser sayanlardanim, fotograf cekmeyi ihmal etmeyin
derim. Bir de onerim, deli gibi sira beklemek mecburi ama eger
metrodan olan girisi denerseniz, orasi her zaman daha makul bir
kalabaliga sahip oluyor. Mimar olanlarin binanin hakkini daha iyi
teslim edecegine inaniyorum, ben hayran kalmistim. Ve evet Mona Lisa
gercekten bu kadar unlu olacak kadar ilginc geldi bana da. Ama
oradayken ve bir suru devasa, detayli tabloyu gormusken Mona Lisa'nin
hakkini teslim edemeyebilirsiniz.
http://www.louvre.fr
Orsay Muzesi
Musee D'orsay,
quai d'orsay'de bulunmaktadir. Eskiden tren gari olan bir binada
bulunur ve nehrin yakinindadir. Onunde her daim deli gibi bir kuyruk
oldugu icin pek cok insanin girmekten son anda vazgectigi
muzelerdendir. Ben de ilk gun oyle yapip ikinci gun bir daha ne zaman
gelecegim kim bilir diyerek, siraya katlanmistim. Cunku burasi
aslinda bana cok daha fazla hitap eden; Monet, Degas, Renoir,
Cézanne, Courbet gibi ressamlarin eserlerini bulundurmaktadir. Daha
cok empresyonistlerin resimleri varken Rodin heykelleri de
gorebilirsiniz. Orsay Muzesi'ni pek cok kisinin Louvre'dan daha cok
sevecegini dusunuyorum. Keske ulkemizde de Haydarpasa Gari ile ilgili
bu tip projeler olsaydi...
Arceveche Koprusu
Paris'i
terk etmemek icin kivrim kivrim kivrilan Seine Nehri,
Orsay Muzesi'nden ciktiktan sonra gidilebilecek ilk yer. Biz
arkadaslarimla kenarinda oturup piknik yapmistik ama bir daha ki
gidisimde mutlaka tekne gezisi yapmak istiyorum. Bu arada nehrin
uzerindeki koprulerin biri digerlerinden bir adim one cikiyor,
Arceveche koprusu.
Koprunun demirlerine ciftler asma kilit asiyor ve kilidin anahtarini
da nehre birakarak, olumsuz ask dilemis oluyorlar. Kimisi renkli asma
kilitler secerken kimisi isi abartip devasa kilitler kullanmisti
hatta bazilari da adlarinin bas harfini kilide yazmisti. Ben de bu
islemi romantik buldugumu kabul etmeliyim. “Kopru Ustu Asiklari”
filmi benim cok etkilendigim ve sevdigim bir film oldugu icin
hikayenin gectigi Pont Neuf
(Yeni Kopru)' de benim icin ayri bir yere sahip. Bu kopruyle ilgili
komik bir sey de koprunun adi 'yeni'yken kendisinin Paris'teki en
eski kopru olmasidir.
Eyfel Kulesi
Nasil
oldu da Eiffel'i bu
kadar sona biraktim bilemiyorum. Ozgurluk Heykeli ile beraber
dunyadaki en populer anitlardan biridir kendisi. Fransizlarin celik
konusunda ne kadar iyi olduklarini tum dunyaya ilan etme amacli
diktigi sonralari romantizm denilince, Paris hatta Fransa denilince
akla ilk gelen sembol haline gelmistir. Beklentilerim fazlasiyla
yuksek oldugundan beni biraz hayal kirikligina ugratmis olan bir
yapidir ayni zamanda ama suc kulede degil benim beklentilerimdedir
kanimca. Belirtmeden gecemeyecegim, arkadaslarimin anlattigi
kadariyla kule, yaz ve kis aylarinda farkli boylardadir, celigin
genlesme katsayisi ile ilgili olsa gerek. Her seye ragmen herkesin
onunde cekilmis bir fotografi ya da ustunde Eyfel Kulesi
olan bir esyasi -Turkiye'deki kahvalti takimimizin deseni gibi-
mutlaka vardir.
Père Lachaise Mezarligi
Her ne kadar pek cok kisi icin
zorlayici ve uzucu olacagini tahmin etsem de Paris'te
yapilabilecekler ile ilgili bir baska onerim de mezarlik
ziyaretleridir. Ilki; Yılmaz Güney, Ahmet Kaya gibi degerli
unlulerimizin, Balzac, Oscar Wilde gibi dunya capinda yazarlarin
yattığı Paris sehir merkezinde bulunan en buyuk mezarlik olan Père
Lachaise'dir. Bir digeri
Montparnasse semtinde
bulunan semt ile ayni adi tasiyan mezarliktir. Bu mezarlikta da
Beckett, Baudrillard, Sartre gibi unluler yatmaktadir. Sonuncu ise
Montmartre
mezarligidir. Burada Stendhal, Degas ve Dumas'in mezarlari bulunur.
Ben sadece Ahmet Kaya ve Yilmaz Guney'in yattigi mezarliga
gidebilmistim. O kadar buyuk ve labirent gibi ki mezarligin
haritasini almadan kesinlikle iceri girilmemeli.
Notre Dame de Paris
Gotik
eserlere ilginiz olsun olmasin, Notre Dame de Paris
katedrali de Paris'e giden herkesin gormesi gereken bir saheserdir.
Vitraylarina ve gargoylerine (gunduz tasa donup gece yasadigina
inanilan grotesk figurler) rahatlikla dalip gidebilirsiniz. Adi
'bizim kadinimiz' anlamina gelmekle beraber kastedilen kadin Meryem
Ana'dir. Muzikali, filmi olan katedralin onunde dururken iceriden
Notre Dame kamburu Quasimodo'nun cikmasini bekleyebilirsiniz. Bu
kelime de 'insan gibi' (yarim kalan adam) anlamina gelmektedir ki
dusundukce insani cok duygulandirir.
Lafayette
Alisveris
denince Paris'te akla gelen belli basli bolgeler; Galeri Lafayette,
Saint Honore, Champs Elysées, Le Marais, Saint Michel ve Saint
Germain, ve Avenue Montaigne'dir. Bunlarin hepsi uzerine
paragraflarca yazi yazabilecek olmama ragmen sadece kisa bilgi
maiyetinde; Lafayette tarihi ve guzel binasi geregi de mutlaka
gidilmesi gereken bir yer, Avenue Montaigne cok şık bir bolge ve
unlu tasarim markalarini ziyaret icin ideal, 2.el kiyafetler ve
vintage tarz icin gidilmesi sart olan yer ise Le Marais. Bir de
Paris'in disinda benim gidemedigim bir yer var: La Vallée
Village. Outlet alisveris mantigiyla kurulmus, yan yana magazalardan
olusan, markali urunlerin hesapli satildigi bir yermis. Tur
otobusleri buraya ugrar mi bilmiyorum ama erken saatlerde gitmek
kalabaliga yakalanmama acisindan tercih edilmeli. Saint Michel ve Germain'deki antikacilara,
galerilere ugramak da iyi bir secenek olacaktir. Sanirim antikacilardan bir seyler alabilmek icin ciddi butceler gerekir ama yine gidip gormek de zevkli oluyor. Ben yapamamistim ama
unlu gece kulubu Moulin Rouge'da bir kabare izlemek de alisverise
alternatif olabilir.
Paris'te yenilip icilmesi
gerekenler diyince aklima ilk gelenler ise cesit cesit peynirler,
upuzun incecik ekmekler, cikolatali kruvasanlar ve Fransiz saraplari.
Paris'in kafe kulturu bildigim her yerden cok farkli. Ciftler
sandalyelerini asla birbirine cevirmiyorlar, daima kahve ya da sarap
ve atistirmaliklar esliginde sokaktan gecenleri izleyerek sohbet
ediyorlar. Saatlerce ayni kisilerin ayni yerde oturdugunu
farkederseniz sakin sasirmayin, rahatlarina duskun bir kafe
kulturleri var. Bunun disinda her ne kadar fiyatlar biraz abartili
olsa da cok guzel salatalari var, size de degisik isimli, bol sirkeli
Fransiz salatalarini oneriyorum. Bunun yani sira sogan corbasini ilk
kez orada yiyip daha sonra kendimde yapmaya baslamis biri olarak
mutlaka deneyin derim. Pomme de pain de soguk sandvic, Chez
Leon'da midye yemegi denemeli ve bir pazar gunu Cafe de
Flore'e ugramalisiniz.
Paris
ruya bir sehirdir, orada yasamayi istememekle beraber mumkun olsa sehri defalarca
gezebilirim. Fonda eski zamanlara ait fransizca bir sarki calar ve
basinda kirmizi bir bere olan siyah sacli kadin, uzun ama duzgun bir
burnu olan adama dogru sigara dumanini ufler. Kafamdaki Paris imajina
gore Hemingway sizden bir romaninda bahsetmeye karar verir, Zelda ile
Scott Fitzgerald ise kavgalarinda taniklik etmenizi bekler.
Sanki orada herkesin arada sirada olmayi hayal ettigi o naif,
dusunceli, romantik ve zarif insan olabilirsiniz. Gercekci olmak gerekirse lezzetli yemekler yiyebilir, nehrin ustunden gunesi batirabilir, epey
alisveris yapabilir, metrosuna binebilir, bol bol canli muzik dinleyebilir, tarihi binalari gezebilir
ve muthis sanat eserleri gorup ara sokaklarinda kaybolabilirsiniz.
O kadar cok cesidi var ki: ince
gostereni, asiri sicak tutani, dusuk omuzlusu, rengarengi, is icin
olani, pelerinimsi durani, seyahat icin olani, sportif goruneni, kum
saati tipli olani, pofudugu... Peki acaba bu kis hangi paltolar daha
moda? Her ne kadar paltolar genelde gardiroplarimizin masrafli ve cok
sik degismeyen parcalari olsa da belki kendimize yeni yil hediyesi
olarak bir tane alabiliriz.
Hazir almisken tarz gorunen ve vucut
tipimizi tamamlayan bir paltomuz olsa fena olmaz diye dusundum ve bu
yazimda 2013-2014 sonbahar-kis, bay-bayan paltolarindaki modanin nabzini tutmaya
karar verdim.
Beyaz Paltolar
Erkeklerde Beyaz Palto Modasi
Insanlari kardan adama dondurme
ihtimali de oldugu icin dikkatli giyilmesi gereken bir palto cesidi
bana gore. Sanirim dar kesimli olmasi, dar pantalonlar ile giyilmesi
daha iyi bir goruntu elde edilmesini saglayacaktir. Yada tam tersine
iyice bol dokumlu bir model tercih edilerek isin esprisinden
yararlanilabilir. Bence beyaz giymek her zaman cesaret isi. Ozellikle
de palto gibi kolayca kirlenebilecek bir giyim urununde. Ama acikcasi
ozellikle de kizil sacli insanlarda guzel durdugunu dusunuyorum. Her
seye ragmen “Beyaz giyme toz olur, siyah giyme soz olur.” diye
guzel bir turkumuz oldugunu da hatirlatmak isterim. Bir de sanki bu
paltolar erkeklere pek yakismiyor.
Dugmeler Pek Uyumlu Degil Sanki
Sportif Montlar
Hem Spor Hem Sık (Burberry)
Spor yapmaya yada herhangi bir
sportif aktiviteyi izlemeye giderken herkesin ihtiyac duydugu montlar
vardir. Yun paltolarimizi yada deri ceketlerimizi yakistiramadigimiz
bu ortamlara en iyi giden paltolar pofuduk paltolar yada hafif duran
spor ceket benzeri montlardir. Aslinda bu tip montlar her senenin
modasi diyebiliriz. Sportif montlarin, sonbaharda giyilen trenckotlar
gibi kisin daimi uyeleri oldugunu dusunuyorum. Bu tip bir montta
aranacak ozellikler; gorundugunden daha sicak tutmasi, fazla kabarik
olmamasi, kollarimizi rahat hareket ettirebilmemiz ve cogu spor
markali urunde oldugu gibi cok gorunen bir yerinde kocaman bir isaret
olmamasidir. Erkeklerin de ozellikle tercih ettigi bir tur oldugunu
dusunuyorum. Sanirim rahatina duskun herkes icin vazgecilmezler.
Erkeklerin Icin Kolay ve Guzel Bir Tercih
Rengarenk Paltolar
Rengarenk Paltolar Bu Sene Cok Moda
Ozellikle de gencler arasinda
daha fazla tercih edilen, her gorenin icini acan, bu sene gercekten
asiri derecede parlak renkleriyle karsimiza cikan paltolardir.
Sokakta bu tarz rengarenk palto giymis birini gorunce hep fotograf
cekesim gelir. Ozellikle de ulkemizde insanlar genellikle gri yada
siyah paltolar giydiginden olsa gerek renkli mont yada ceket giyen
biri farkli oldugunu ilk bakista hissettirir. Degisik renklerde bir
palto edinmek bana gercekten mantikli geliyor. Her gun giydigimiz
koyu renk paltomuza nispet yaparcasina hafta sonlari renkli paltomuzu
giyerek renklerin enerjisini hissetmeliyiz. Aslinda ileride daha da
yayginlasacak gibime geliyor. Simdilerde herkes is yerleri dahil her
yerde paril paril renklerde cantalari siklikla kullaniyor. Yalniz bu
paltolarin simdilik erkekler icin uretildigini dusunmuyorum. Sanirim onlar bir sure daha lacivert,
mavi, hardal yada gri renklerini tercih edebilir.
Paltodan Cok Trenckot Gibi Duruyor
Kemerli Paltolar
Hos Bir Kemerli Erkek Paltosu
Bu paltolar genellikle oldukca
zarif bir goruntuye sahip olur. Kilolari saklamak icin de birebir
olduklarini dusunuyorum. Ise giymek icin oldukca uygun olduklari da
yadsinamaz. Yalniz kemeri fazla siritmayan, dugmeleri yada
fermuariyla uyumlu olan bir tane bulmak her zaman zordur. O yuzden
belki sadece arkasinda kemer tipi bir dikis bulunan yada kemerini
cikarinca da hos duran modeller almak mantikli olabilir. Bu
paltolarin en iyi yanlarindan biri de her trende kolayca uyum
saglamalari. Kisa kollu olani, renklisi, dikdortgen vucutlar icin
olani, kum saati tarzinda goruneni, dirsek kollu olani, pofudugu,...
gibi pek cok cesidini bulmak mumkun.
Rengi ve Kemeriyle Mukemmel
Deri-Kurk Paltolar
AllSaints Koyun Derisi Palto
Gercek deri yada kurk olan bir
seyi asla giymem ama gercekten iyi gorunen sahte
deri ve kurkler epey yayginlasti. Posete benzemeyen sahte deri
ceketler oldukca revacta hatta. Kurk konusuna hep biraz mesafeli
bakmakla beraber deri ve kurk karisimi bir paltonun sik
durabilecegini kabul ediyorum. Ozellikle de gece disari cikarken yada
dugun, kokteyl gibi bir yere giderken tercih edilebilir.
AllSaints on Wanelo
Ve son olarak da bu kis pek moda olmayan ama benim her daim begenimi kazanan siyah-beyaz yun paltolara yer vermek istiyorum. Her ne kadar su siralar tam olarak trendy sayilmasalar da onlarin hem sevimli hem de zarif bir yani oldugunu dusunmemek imkansiz. Oldukca nostaljik ve samimiler. Dolu dolu gecen, sicak bir kis diliyorum hepimize.