13.12.13

Yillara Gore Moda: 1950'ler



Bir yandan 2.Dunya Savasi'nin bittigi ama bir yandan da insanlarin gelecege karamsar baktigi, soguk savas yillarinin henuz bitmedigi zamanlardir 50'li yillar. Avrupa yaralarini sarip yeni bastan yapilanmaya calisirken Amerika dunyanin "super guc"u olmaya dogru yola cikiyordu.




O yillarin Hollywood filmlerini izlemek hala cok keyiflidir. Belki de bu sebeple o zamanlar unlu olan pek cok yildiz gunumuzde hala stil ikonu konumundalar. Tabi ki Marilyn Monroe, Audrey Hepburn gibi stil sahibi aktrislerden ve Elvis Presley, Dean Martin gibi yildizlardan bahsediyorum. Fotograflardan goruldugu kadariyla insanlar gunluk hayatlarinda da moda konusunda nispeten daha rahat tarzlari benimsemeye baslar. Kalipli formlar ve parilti anahtar sozcuklerdir o yillar icin.




Turk sinemasinda ise 'Kucuk Hanimefendi' olarak anilan Belgin Doruk ve 'Tacsiz Kral' lakapli Ayhan Isik gibi yildizlar parlamaktadir. Cocukken yengem beni Belgin Doruk'a benzettigi icin uzun yillar boyunca yanaklarimin onunkiler gibi sismesinden korkmustum. Ben buyuyunce pek benzemedim ama harika bir sesi olan, yetenekli sarkici Goksel'i ona cok benzetiyorum. 50'lerin yildizlarinda gercekten buyulu bir seyler var. Benim amacim o yillara ait olan bay-bayan moda gostergelerinden ve ikonlarindan bahsetmek.




Ayakkabi konusunda kadinlar icin stilletto ayakkabilar yukselise gecer hatta tasarimcilar en ince topugu yapmak adina yarisir. Erkek modasi ile ilgili ilginc bir ayrinti da basketbolcular simdiki kocaman, alti sert ayakkabilar yerine maclarda converse giymektedir. Kovboy botlari da o yillarin modalarindandir.





Elbise ve etekler icin puantiyeler ve pliler modadir. Etek boylari da genellikle diz civarinda sona erer. Kumas turu olarak da saten ve ipek on plana cikar. O donemin beli daracik, kabarik etekli elbiselerine bayilmamak mumkun degil.




Erkek takimlari onceki donemlerdeki sert cizgilerini daha dogal bir hale birakir ve ceket boylari uzarken omuzlari onceki donemler de oldugu gibi kendiliginden olan kalip yerine gercekten omuzlara oturan bir hal alir.




Sapkalar onceki yillara gore biraz kuculmustur. Basin hafif arkasinda duracak sekilde kullanilir. Bu yillar sac modeli olarak topuzun popularitesi tartisilamaz.




Eldivenler de o yillarin onemli aksesuarlarindan. Dirseklere kadar uzanan, giyilen kiyafetle uyumlu olacak sekilde secilen ipek ya da deri eldivenler oldukca fazla kullanilir. Donemin kosullari dusunulurse bu eldivenlerin sadece moda amacli olmadigi, yolculuk yaparken usumeme amaci da guduldugu goz ardi edilmemeli.





Ayrica 50'lerde kurk geri doner fakat kullanim sekli 20'lerde ve 30'larda oldugundan daha farkli olarak terzi elinden gecmis, dikilmis sekildedir. Tarlatanli elbiseler, kedi gozlukler, kalin kemerler yayilir. Kiyafetlerde kullanilan renklere cesitlilik de bu yillarda gelmeye baslar. Parlak turuncunun, kahverenginin ve kirmizinin yillari yasanir.


Kisacasi 50'ler, 1945'te biten 2.Dunya Savasi'nin etkilerinden dolayi fakirlesen dunyanin yeniden kendine geldigi ve modaya tekrar onem verdigi yillardir. Turkiye'de ise onemli terzilerin ortaya ciktigi ve onlarla beraber moda tasarimlarinin yaratilmaya basladigi ilk zamanlardir. 1950'lerdeki moda akiminin Dior'un “New Look” koleksiyonu ile basladigi dusunulur. Modanin baskentinin Paris oldugu ve Amerika'yi da etkiledigi dusunulmekle beraber Hollywood film yildizlarinin ikonlasmasi ile dunya Amerika'daki moda akimlarini da takip eder ve uygular hale gelir.



12.12.13

Firinda Patatesli Somon




Kisitli vakitlerde yemek yapmak nasildir bilirim. Evliligimin ilk zamanlarinda cok sevdigim ama oldukca yogun olan bir isim vardi. Eve geldigim anda elimi yikayip ustumu degistirdikten hemen sonra mutfaga kosturuyordum. Cunku evde yemek yapmak ve yemek benim icin tartisilmaz bir keyif. Tabi bu kadar sevmeme ragmen arada disaridan kebap cesitleri, pide-lahmacun ya da cin yemekleri evimize misafir ediliyordu. Hatta esimle aldigimiz karar dogrultusunda haftasonlari bir gun mutlaka disarida yemek yemeye calisiyorduk. Bu kimi zaman balik ekmek, midye satan salas mekanlar kimi zaman da hos bir restoran oluyordu. Bu konuda Ankara'nin cesitliligi inanilmaz, bilen bilir. Bu arada kendim yemek hazirladigim gunler isten donerken markete ugrayip her seyi taze taze aliyor olmak da keyifli olmasi bir yana biraz zaman kaybettiriyordu. Aksam yemeklerini genelde 8 bucuk hatta bazen de 9 gibi yemek zorunda kaliyorduk cunku her sey cabucak pismiyor. Hatta cogu guzel et yemegini yapmak saatler alabiliyor. Dun pisirdigim ve bugun burada bahsedecegim tarif ise hem hazirlamasi hem de pisirmesi kisa suren turden. Ustelik ciddi anlamda yararli, omega kaynagi.




Gerekli Malzemeler:

  • 3 tane somon dilimi (2 kisi icin)
  • 2 adet sogan
  • 2 adet patates
  • Yarim bardak kasar peynir rendesi (Ben provolence kullandim.)
  • 1/2 yemek kasigi biber salcasi
  • 1 yemek kasigi domates salcasi
  • 6 corba kasigi zeytinyagi (Somon basina 2 kasik gibi dusunun.)
  • 5 dis sarimsak
  • Tuz, kuru nane, kekik, karabiber
  • Yarim limon


Nasil Yapilir:

  1. Patatesleri soyup, buyuk kareler seklinde dogruyoruz. Soganlari ve sarimsaklari da orta buyuklukte dograyarak hazirliyoruz. Somonlari, hafifce sudan gecirdikten sonra icinde 3 kasik zeytinyagi ve yarim limon suyu olan, karabiberi, tuzu atilmis sosa koyup, kabin icinde ters-yuz cevirip 5 dakika bekletiyoruz.
  2. Firin tepsimizin altini hafifce yaglamaliyiz ya da yagli kagit kullanabiliriz. (Bu arada aluminyum folyonun isindigi zaman zararli hale geldigini hatirlatmak isterim, firinda kullanmamak gerekiyor.) Somonlari icinde oldugu zeytinyagli, limonlu karisimla beraber tepsimize yerlestiriyoruz. (Ben 2 kisi oldugumuz icin 3 somondan yaptim ama genelde kisi basi bir tane de yetebiliyor.) Etrafina da patates, sogan ve sarimsak karisimini ekliyoruz.
  3. Ayri bir kasenin icinde 2 bardak sicak su, 3 kasik zeytinyagi ile salcalari ve tuzu karistirip bir sos hazirliyoruz ve tepsiye sebzeleri ve baligi yerlestirdikten sonra salcali karisimi uzerlerine dokuyoruz. Bu sayede baligimiz kurumayacak ve firinda kendi yaptigi buhar ile yumusayacak.
  4. Tepsimize en son peynir rendemizi dokuyoruz. Ben genelde sadece sebzelerin uzerine bu karisimi dokuyorum, somonlara gelmemesine dikkat ediyorum. Somonlarin uzerinde sadece sarimsaklarin ve kara biberlerin olmasi guzel bir tat veriyor. Bir de bu sefer oyle yapmadim ama lezzet vermesi icin limonu ince ince yuvarlak halka seklinde kesip somonun uzerine dizebiliriz.
  5. 180 derece isitilmis firina tepsiyi yerlestiriyoruz, dereceyi ayni tutuyoruz. Ben 30 dakika sonra firini kapatiyorum ve 5 dakika daha iceride tuttuktan sonra servis etmeye basliyorum. Suyunun tamamen bitmemis olmasini oneririm. 



Firinda somonun yanina guzel bir salata ve misir ekmegi tarzi ekmekler cok yakisiyor. Zaten yanindaki baharatli patateslerde oldukca doyurucu oluyor. Hatta tepsinizin buyuklugune gore yanina sevdiginiz bir baska sebzeyi de ekleyebilirsiniz. Ben bu tarifi olusturmak icin yaptigim ilk denemede havuc ve domates dilimleri de kullanmistim ama sanirim sadece patates, sogan ve sarimsak cok daha iyi oluyor. Belki bir dahaki sefere brokoli yada bezelye ile deneyebilirim. Balik yemeklerinin yanina tatli olarak irmik helvasi harika olur. Umarim siz de bu tarifi kolayca yapar ve cok seversiniz. Afiyet olsun.




10.12.13

Sevdigim 10 Fransiz Filmi



Sizi mutlu edecekleri, surukleyici olacaklari kesin degildir ve basindan sonunu gormeniz pek mumkun olmaz. Fransiz filmlerindeki akistan, anlasilmazliklardan dolayi bu filmlere olusan on yarginin farkindayim. Amerikan filmlerine fazlaca alismis oldugumuzdan da olabilir bence bu durum. Genel sorun kurgudaki yavaslik yada ritim sorunu gibi gelebilir ama senaryonun beklendigi gibi cikmamasi da insanlari Fransiz filmlerinde uzaklastiriyor. Oysa bizi sasirtan karakterlere, konusmalara, tartismalara tanik olmak fena bir sey degil hatta zihin acici olduguna inaniyorum.



Kultur itibariyle Fransizlardan cok farkli olmamizin da etkisi olabilir. Kendimiz ve sevdiklerimiz hakkinda rahat konusamayan, insanlarin yuzune karsi elestiri yapmaktan cekinen bir toplum sayiliriz. Ciddi tartismalara girdikten sonra iliskilerimizi gelistirip daha iyi bir yerden devam etmek pek bizim tarzimiz sayilmaz. Kesip atmak, yikmak ve uzucu seylerden kacmak bize daha uygun sanki. Fazla entel ve ciddi davranip sinema kuramlarindan bahsetmeyecegime guvenebilirsiniz. Benim yazimda bahsedecegim filmler; komik, romantik, hayal gucumuzu canlandiracak ve ayni anda sorgulamamizi saglayacak unutulmaz Fransiz filmleri olacak.


Le Prénom:



Turkiye'de “Ilk Isim” adiyla gosterilen, 2012 yapimi bir Fransiz komedi filmidir. Edebiyat profesoru olan Pierre (Charles Berling) ile ogretmen olan esi Elisabeth (Valérie Benguigui), tam bir Fransiz evi (bol kitap ve cerceve) olan keyifli evlerinde en yakin arkadaslari Claude'u, Elisabeth'in kardesi Vincent'i ve onun esi Anna'yi agirlayacaklardir. Vincent (Patrick Bruel) ile Anna'nin (Judith El Zein) cocuklari olacaktir ve aksam yemeginde ana konu cocugun adinin ne olacagi olur. Vincent cocugun adini Adolphe koyacagini aciklar ve digerleri bunun Hitler'in adi olan Adolf'u cagristirdigini soyler, karsi cikarlar. Bunun uzerine aralarinda ciddi ve bir o kadar komik tartismalar cikar. Bu sirada basarili sanatci Claude'un (Guillaume de Tonquedec) bunca yildir sakladigi ve en yakin arkadaslarinin annesi ile ilgili olan cok onemli bir sir da ortaya dokulur. Sarki secimlerindeki yaraticilik, oyuncularin yetenegi ve birbirleriyle uyumlari, evin atmosferi derken ortaya gercekten keyifli bir durum komedisi cikmis.


Le Jouet:



Adi turkce 'oyuncak' anlamina gelen, 1976, Francis Veber yapimi Fransiz komedi filmidir. Sadece bir komedi filmi olmadiginin da altini cizmek gerek; yaratici politik, sinifsal cozumlemeler ve alt-ust iliskileri ile ilgili anektodlar bulunmaktadir. Issiz bir gazeteci olan Francois (Pierre Richard) sonunda onemli bir gazetede spiker olarak is bulur. Fakat isin sahibi cok zengin ve despot bir adam olan Pierre'dir (Michel Bouquet) ve onun da ciddi anlamda simarik, kucuk bir oglu vardir. Bu simarik ama sevimli ve bir o kadar da korkunc cocuk, Francois'yi oyuncagi olarak ister. Bunda gazetecimizin kivircik ve sirin saclarinin ne kadar etkisi var diye dusunmeden edememistim izlerken. Sonuc olarak Francois'in fazla secenegi yoktur, isini kaybetmemek icin cocugun oyuncagi olmayi kabul eder ve film bundan sonra baslar. Duygusal anlar yasayacaginiz, deliler gibi guleceginiz, gazetecimize uzuleceginiz ve bir yandan hayati sorgularken bir yandan da egleneceginiz yaratici bir film. Oyuncularin gercekten cok iyi secildigini dusunuyorum, filmin gectigi ev de incelemeye deger.


Le Voyage Dans La Lune:



Sinema severlerin cok sey borclu oldugu kiymetli insan Georges Méliès'e ait 1902 yapimi, ilk bilimkurgu filmidir. Aslinda sadece 13 dakika oldugu icin kisa film de diyebiliriz. Olanaksizliklar icinde yaratilmis en guzel seylerden biridir. Aya yolculuk yapan bir grup adam, aydaki adamlar tarafindan yakalanirlar, daha sonra kacip kurtulur ve dunyaya donerler. Elleriyle renklendirdikleri, yaratici fikirler ile yarattiklari bu filmi izlemek inaniyorum ki tum sinema severlere farkli bir mutluluk verecektir.



Jeux D'enfants:



“Cesaretin Var Mi Aska” adiyla gosterilen, 2003 yapimi, hem romantik hem komik hem de dramatik ogeler iceren muthis bir Fransiz filmidir. Julien (Guillaume Canet) ile Sophie (Marion Cotillard) birbirlerinin cocukluk asklaridir. Cocukken asik olan ama bunu iddialasarak, atlayip ziplayarak, yaramazlik pesinde kosarak geciren ve birbirine hic tam olarak acilamayan pek cok cocuk gibi onlarda ailevi yada baska sebepler ile ayri duserler. Ustelik bu iki cocugun ailesi, toplumun tamamen farkli kesimlerinden gelmektedir. Bu sebeple gelecekleri de birbirinden cok farkli sekillenir. Ama kader diye bir sey vardir ve yollari yillar sonra tekrar kesisir. Her seyi oyuna donusturen bakis acilari ve hic kaybetmedikleri kara sevdalari onlarin basina epey is cikarirken, birbirlerine sonsuza kadar sahip olmanin farkli bir yolunu bulurlar, cesurdurlar. Kahkalara bogulmanizin hemen ardindan deli gibi aglayabilirsiniz. Filmi izlerken hayal gucunuzu de yaninizda bulundurursaniz rahatca favori romantik komedi filminiz olabilir.


La double vie de Véronique:




“Veronique'in Ikili Yasami” adiyla da bulabileceginiz, muhtesem yonetmen Krzysztof Kieslowski 'nin 1991 yapimi dramasidir. Weronika Polonya'da yasarken, Veronique Paris'te yasamaktadir. Birbirlerini tanimayan bu iki kadin oldukca paralel hayatlar surerler. Bu filmdeki roluyle Cannes'dan odul alan Irene Jacob, benim hayran oldugum kadin oyunculardandir; naif ve etkileyici. Buyuleyici goruntuler ve muzikler filmi oldugundan cok daha iyi bir yere konumlandirmaniza sebep olur. Sadece kisacik kukla sahnesi ile bile bu listeye girmeyi garantilemistir benim gozumde.


Trois couleurs: Rouge:



Kieslowski'ye ait olan bu uclemede benim en sevdigim film “Kirmizi”'dir. Her ne kadar normalde en sevdigim renk mavi olsa da “Rouge”, uc renk serisinin en etkileyici olanidir. Fransiz bayragini olusturan bu uc renk, uc farkli kavrami temsil etmektedir. Mavi ozgurluk demekken beyaz esitlik anlamina gelir ve kirmizi da kardesliktir. Cok sevdigim bir oyuncu (Irène Jacob) basrolunde oldugu icin mi yoksa uc filmi toparladigi icin mi emin degilim ama yeri ayridir. Ic ice gecen olay orgusu sizi kolayca sarsar ve varolan sistem hakkinda dusundurur. Adalet, kader, masumiyet, sans gibi kavramlar kafanizin icinde donup durur, sonuca varamazsiniz. Senaryo inanilmazdir, olaylar paralel sekilde islenir ve oyunculuklara da inanamazsiniz cok samimidir. En sonunda film en sevdiginiz filmler arasinda yerini alir. Daha iyi anlamak icin oncesinde Mavi ve Beyaz filmlerini bu sirada izlemek onerilirse de sart degildir. Kirmizi basli basina akli basinda diyaloglari ve yaratici kurgusuyla yeterlidir. Filmin sonunda bir seyler uretmek istersiniz ki film herkesin icindeki potansiyele inanan o filmlerdendir.



Le Fabuleux Destin D'Amélie Poulain:




Saheserdir... Amelie filmini tek kelimeyle anlatmam gerekse sanirim boyle derdim. Allahtan 2001 yapimi bu enfes romantik komedi hakkinda bir paragraf yazabilecegim. Sempatik, masum, becerikli ve naif bir kizdir Amelie. Biraz tuhaf olan cocuklugundan beri (ki filmin en keyifli sahnelerinin bazilari oradadir) kendi kendine ayakta durabilen, hayal kurarak var olan, ailesine destek olabilen ve en onemlisi kendi adalet anlayisina gore baskalarini mutlu etmeyi gorev gibi benimsemis biridir. Boyle yaratici ve enteresan bir senaryoyu yazdigi icin Guillaume Laurant'a ve bu kadar guzel goruntulerle bize sundugu icin Jean-Pierre Jeunet'e tesekkur etmek sart ve tabi hakkini teslim etmemiz gereken bir baska kisi de kafamizdaki zarif Fransiz kadinina sempatiklik ozelligini de eklemeyi basaran Audrey Tautou'dur. Bu film, ayrintilarin onemi ve guzelligine vurgu yapar ve mutlulugu aramak icin inanc ve biraz da huzur verir. Eger hala izlemediyseniz de Amelie'nin fantastik dunyasini seveceginize eminim, onunla beraber aski kesfedip, hayata farkli gozlerle bakmaya baslayabilirsiniz. Bu arada filmin muzikleri de mukemmeldir.



Les Amants du Pont-Neuf:




Iki genc serserinin askini anlatan, turkceye “Kopru Ustu Asiklari” gibi enfes bir isimle cevrilmis, 1991 yapimi romantik dramadir. Gorme duyusunu hizla yitiren, varlikli bir ailenin kizi olan ressam Michèle (Juliette Binoche) ile gercek bir serseri olan ve Paris'in en eski koprusu 'Pont Neuf' uzerinde yasayan Alex'in (Denis Lavant) umutsuz, imkansiz askini temel alan bir filmdir. Aslinda film boyunca 'bu ask mi?' diye dusunup, kafaniz delice karisiyor. Hemen eve gidip resim yapmak mumkun olsa bir calgi calmak falan geliyor. Yani kolayca filmin yaraticiligi tetikledigini dusunerek yararli oldugunu soyleyebiliriz. Film harika Paris sahneleri ve inandirici oyunculuklariyla siir gibidir. Ama oyle sakin, huzurlu bir siir beklemeyin daha cok yaralayici, sorgulayici ve sasirtici turden. Bu arada ben filmi izledigimde epey kucuktum ve basroldaki erkek oyuncunun canavara benzedigini, cok cirkin oldugunu dusunup aralarinda duzgun bir seyler yasanamiyor olmasinin bir kismini da buna baglamistim.


Les Choristes:




Ulkemizde “Koro” adiyla gosterilen 2004 yapimi cocuklar ve muzikle dolu muthis bir dram. Bir okulu, bir sinifi ya da bir ogrenciyi sadece bir ogretmen nasil degistirebilir fikrinden yola cikilip yapilan onlarca film izlemis olmama ragmen bu benim aralarinda en sevdigimdir. Cocuklari cok seviyor olmamin yani sira aslinda filmdeki muzik tarzi pek benim zevkim sayilmaz. Ama o kadar ince o kadar ictendir ki kapilmamak, etkilenmemek imkansiz. Ustelik film sadece bu ikisinden guc almamaktadir. Sorunlu cocuklara uygulanan disiplin tarzi, siniflarda yasanan komik ve aci olaylar aklimiza etki-tepki olayini getirir ve icimize dokunmayi basarir cunku oldukca tanidiktir. Henuz oyle bir sansim olmadi ama bir cocuk yetistirirken onun disipline ihtiyaci oldugunu dusunenlerdenim. Ama disiplin kavramini bazilarindan farkli algiliyorum sanirim. Muzik ile, spor ile disiplin edilen cocuklarin hem kendileriyle daha barisik hem de daha basarili ve tamamlanmis hissedecegini dusunuyorum. Bu dusuncemin olusmasinda “Koro”'nun katkisi buyuktur. Bagirma-cagirmayi, ceza verip her seyi yasaklamayi disiplin sananlarin bu filmi izlemesi neyi degistirir bilmiyorum ama herkesin izlemesi gereken hem aglatan hem gulduren, dokunakli bir filmdir.


Léon:




Turk televizyonlarinda oldukca sik yayinlanan, 1994 yapimi bir Luc Besson filmidir. Bir dram olmasi yaninda suc filmidir de. Profesyonel bir kiralik katil olan Leon'un (Jean Reno) komsusu olan kucuk Mathilda'yi (Natalie Portman) ailesi baskin sirasinda oldurulurken kurtarmasi ile olaylar gelisir. Bu tamamen zit olan ikilinin garip uyumu, aralarinda gecen konusmalar, benzeri gorulmemis cekimler ve ozellikle filmin sonunda bize yasattigi sorgulama hali muthistir. Tekrar tekrar izlenesi bir film olmasi yani sira filmde calan “Shape of My Heart” sarkisini da defalarca dinlettirir. Senaryosunun ve oyunculuklarin gucu bu filmi listemde de on plana cikariyor, essiz hale getiriyor. Leon siradan bir film degildir hatta sadece bir film degildir. Belki de ilk kez kucukken izledigim icin benim icin bu denli etkileyicidir. Ama bana kucuk kizin masum ve buyuk aski ile hayati boyunca kendisinin kotu oldugunu dusunmus buyuk adamin icindeki iyiligi bulmasi gibi pek cok sey ifade ediyor. Mathilda'nin bir basina kalmisligi sizi aglatirken, cesur davranislari gulumsetir. Hayran gozlerle izledigi adama olan sevgisi ile psikolojik cozumlemelere dogru yol alirsiniz. Ironiktir, felsefiktir, bireyseldir, zekicedir ve ayni zamanda naif, masum bir hikayedir Leon'da bize verilen.


Herkese iyi seyirler...







8.12.13

Paris, Anilar ve Notlar

Olmeden once oraya mutlaka gidilmeli. Hatta eger mumkunse sevdiginiz ile birlikte gidilmeli. Benim bu sansim olmadi ama Paris gercek bir asiklar sehri. Ayni zamanda etkileyici bir tarihe sahip, gorkemli, asil ve romantik. Bir gercek daha var ki orada olmak insana kendini ozel hissettiriyor. Paris benim icin bir cagrisimlar sehriydi. Cocuklugumdan beri ogrendigim fransizcanin, kitaplardan okudugum, filmlerde hayran oldugum, sevdigim tum ressam ve yazarlarin yolunun dusmus oldugu dunyanin en guzel baskentiydi. Gittikten sonra, bekledigim her seye sahip olmasinin yani sira tahmin bile edemeyecegim baska ozellikleri de oldugunu farkettim.




Her seyden once kusursuz degildir Paris. Hatta tam tersi yonetim hatalariyla, pis metro ve sokaklariyla, kibirli insanlariyla, cok pahali restoran ve cafeleriyle yorucudur. Ama sonra bir koprunun uzerinden nehri izlerken yada unlu bahcelerindeki bir bankta otururken tum sorunlari ve sehrin kesmekesini unutursunuz. Genis caddeleri, sanat eseri misali binalari, guzel giyinmeyi bilen kadinlari, inanilmaz muzeleri, yakisikli erkekleri, Eyfel kulesi, dunyanin kulaga en guzel gelen dili, her yere giden metro ve trenleri, kozmopolit insanlari, Sacre Coeur'un merdivenlerinde muzik yapan guleryuzlu yabancilari, Montmarte'in sanatsal havasi... Aklinizda sadece iyi yanlari ve guzellikleri ile kalmayi basaran insanlar gibidir Paris, uzaktan sevmesi kolaydir ve her daim kendini ozletir.




Ben Istanbul'dan kalkan bir ucakla Paris'in CDG (Charles de Gaulle) havaalanina inmistim. CDG, Paris'e ilk kez giden birinin geziye baslayabilecegi en dogru yer degildir. Diger unlu sehirlerin cogunda oldugundan daha kucuk ve daha eski bir havaalanidir, karmasiktir CDG. Ne kadar cok zenci var etrafta diye sasirabilir, ben buradan sehir merkezine nasil gidecegim diye endiselenebilirsiniz. Hele de fransizcanizi kolayca anlamadiklarini, ingilizceyi de bilmediklerini/konusmadiklarini farkederseniz korkuya kapilabilirsiniz. Oysa Paris'in iyi bir toplu ulasim sistemi vardir. RER denilen tren ile, otobusle yada taksiyle kolayca sehre ulasabilirsiniz. RER hatti her 15 dakikada bir terminal 1&2'den kalkip Paris sehir merkezine yarim saatte varir. Eger cok bavulunuz yoksa tercih edebileceginiz en ucuz ve rahat ulasim seklidir, fiyati da 9 Euro civaridir. Taksi de ortalama 40-50 euro tutmaktadir.


Paris'te kalinacak otel konusunda tercih yaparken merkezi bir yerde olmasina dikkat etmek gerekir. Bir onemli ayrinti da oda, lavabo konusudur. Merkezi yerlerde, verdiginiz gecelik fiyatin hakkini verebilecek buyuklukte ve icinde sadece size ait duzgun bir lavabo olan bir odaya sahip otel bulmak zor olabilir. Nice buyuk ve guzel otelin icinde de fareye rasgelebilir, umursamaz ve ingilizce bilmeyen calisanlara denk gelebilir ya da gece bagira bagira sarki soyleyen, ucmus komsulara sinir olabilirsiniz.


Moulin Rouge


Benim Paris'te en cok sevdigim yerlerin cogu Montmartre'tadir. Butikler, cafeler, galeriler, kucucuk bahce ve kiliseler... Eger Paris'e tur ile gidiyorsaniz mutlaka bu mahalleyi gormek konusunda israrci olun derim. Orasi pek cok sanatsal akimin evrimlestigi, buyuleyici Sacre Coeur'un ve Moulin Rouge'un merkezidir. Montmartre; bohem havasini hala koruyan, yaratici taki atolyelerinin ve sanat galerinin bulundugu, adim basi delilere rasgeleceginiz, gokyuzune yakin hissedebileceginiz tepeleri olan bir yerdir. Yokus yukari yururken acikirsaniz da unutmayin en lezzetli ekmekler ve peynirler de orada daha uygun fiyata bulunabilir. Ustelik tepedeki cafelere de ugrayabilirsiniz. Hangi sokakta oldugunu hatirlamiyorum ama Sacre Coeur'e dogru giden yollardan birinde Turk bir kebapci da mevcuttu.


Sacre Coeur


Sacre Coeur gizli/kutsal kalp anlamina gelen, icinde rahibelerin bulundugu bembeyaz bir kilisedir. Ben oldukca camiye benzetmis ve Eyfel'den daha etkileyici bulmustum. Ogrendigim kadariyla beyaz rengini traverten taslarindan yapilmasi sebebiyle koruyormus. Onundeki merdivenlerin ve cimlerin uzerinde her daim muzik yapanlarin oldugu, keyifli bir ortami vardir. Merdivenlerde otururken, Paris evlerinin catilarindan olusan gunbatimini keyifle izleyebileceginiz harika bir manzaraniz olur. Fransiz arkadaslarim geceleri o cevrenin cok guvenli olmadigini belirtmis olsa da hava kararmisken sehrin isiklari yukaridan cok iyi gorunur. Amélie filminin cogunun cekildigi yer yine burasidir. Etrafta da Audrey Tautou'ya benzeyen beyaz tenli, siyah sacli Fransiz guzellerine rastlamak mumkundur. Gercekten fransiz kadinlarinin zarif halleri ve zevkli giyimleri bahsedildigi kadar vardir. Ama oradaki herkesin cok cok fazla sigara ictigini de unutmamak lazim.


Jardin de Luxembourg


Montmartre bolgesi kadar guzel olan bir baska yer Saint Germain'dir. Erkeklerin genelde futbol takimi sayesinde asina oldugu bir isimdir bu ayrica. Bu harika cadde de muthis kitapcilar ve cafeler bulunur ama merkezden biraz uzaktir. Ben en cok “Lex Deux Magots” cafesini sevmistim. Size de orayi oneririm ama populer olan bu cafe yerine sokaklarinda yururken karsiniza cikacak taze kekleri oldugunu iddia eden kucuk cafelere de girebilirsiniz. Bu arada cok yaratici seyler satan butikler de her kose basinda. Benim Paris'te vakit gecirmekten cok hoslandigim ve ailece gelenleri gorunce cok ozendigim yerlerden biri de bu semtte sayilir. Jardin du Luxembourg, bir ucundan bir ucuna yurumenin zevk oldugu, Paris'in ikinci en buyuk parki, ortasinda kucuk bir golun bulundugu ve seyyar sandalyeleri alip istediginiz yere oturabileceginiz harika bir bahcedir. Havuz kenarinda durup, kiraladiklari oyuncak gemileri yuzduren cocuklari izlemek, rengarenk metal sandalyelerde oturmus dergi yada kitap okuyan Fransizlari gormek keyifli ve rahatlaticidir. Ben bir de gol etrafindaki heykelleri sevmistim.



Sorbonne Kutuphanesi

Luksemburg Parki ayni zamanda en eski Fransiz Universitesi olan Sorbonne'a da oldukca yakindir. Kapisinda Montaigne heykeli bulunan bu basarili universitenin binalari tam fotograflamalik. Yalniz bildigim kadariyla Paris'te kiralar cok yuksek ve is bulmak cok zor oldugu icin burada okuyan ogrenciler okullarindan bizim tahmin ettigimiz kadar hoslanmazlar. Ama her seye ragmen 68 ogrenci hareketinin kalbi olan ve o ruhu yasatan okul sohretini hala korumaktadir.


Louvre Muzesi

Tarihle dolu bu sehirde yapilabilecek en guzel seylerden biri de, normalde de muze antipatisi olanlardan degilseniz, Louvre, D'orsay gibi muzelere ugramaktir. Ugramak genelde kisa sureli durumlar icin kullanilir ve bu bahsettigim iki muze icinde bu oldukca zor. Ozellikle de Louvre'da saatler degil gunler bile kolayca gecirilebilir. Ben gitmeden once cok arastirip, yillardir merak ettigim eserlere oncelik vermis olmama ragmen, bir sure sonra suurumu kaybetmis sekilde, “3 saat mi gecti gercekten? Nasil oldu?” moduna girmistim. Bilincli davranip, onceden muze haritasi alip, her katta ne oldugunu ogrenip, eserlerin basinda makul zamanlar gecirilerek bu hale dusmekten kurtulabilir insan. Ama sonucta kac kez gidecegiz o muzeye, insanin kendini biraz kaybetmesi normal sayilmali belki de. Bu arada ben bahcesindeki cam piramitleri de eser sayanlardanim, fotograf cekmeyi ihmal etmeyin derim. Bir de onerim, deli gibi sira beklemek mecburi ama eger metrodan olan girisi denerseniz, orasi her zaman daha makul bir kalabaliga sahip oluyor. Mimar olanlarin binanin hakkini daha iyi teslim edecegine inaniyorum, ben hayran kalmistim. Ve evet Mona Lisa gercekten bu kadar unlu olacak kadar ilginc geldi bana da. Ama oradayken ve bir suru devasa, detayli tabloyu gormusken Mona Lisa'nin hakkini teslim edemeyebilirsiniz.

http://www.louvre.fr

Orsay Muzesi


Musee D'orsay, quai d'orsay'de bulunmaktadir. Eskiden tren gari olan bir binada bulunur ve nehrin yakinindadir. Onunde her daim deli gibi bir kuyruk oldugu icin pek cok insanin girmekten son anda vazgectigi muzelerdendir. Ben de ilk gun oyle yapip ikinci gun bir daha ne zaman gelecegim kim bilir diyerek, siraya katlanmistim. Cunku burasi aslinda bana cok daha fazla hitap eden; Monet, Degas, Renoir, Cézanne, Courbet gibi ressamlarin eserlerini bulundurmaktadir. Daha cok empresyonistlerin resimleri varken Rodin heykelleri de gorebilirsiniz. Orsay Muzesi'ni pek cok kisinin Louvre'dan daha cok sevecegini dusunuyorum. Keske ulkemizde de Haydarpasa Gari ile ilgili bu tip projeler olsaydi...



Arceveche Koprusu


Paris'i terk etmemek icin kivrim kivrim kivrilan Seine Nehri, Orsay Muzesi'nden ciktiktan sonra gidilebilecek ilk yer. Biz arkadaslarimla kenarinda oturup piknik yapmistik ama bir daha ki gidisimde mutlaka tekne gezisi yapmak istiyorum. Bu arada nehrin uzerindeki koprulerin biri digerlerinden bir adim one cikiyor, Arceveche koprusu. Koprunun demirlerine ciftler asma kilit asiyor ve kilidin anahtarini da nehre birakarak, olumsuz ask dilemis oluyorlar. Kimisi renkli asma kilitler secerken kimisi isi abartip devasa kilitler kullanmisti hatta bazilari da adlarinin bas harfini kilide yazmisti. Ben de bu islemi romantik buldugumu kabul etmeliyim. “Kopru Ustu Asiklari” filmi benim cok etkilendigim ve sevdigim bir film oldugu icin hikayenin gectigi Pont Neuf (Yeni Kopru)' de benim icin ayri bir yere sahip. Bu kopruyle ilgili komik bir sey de koprunun adi 'yeni'yken kendisinin Paris'teki en eski kopru olmasidir.


Eyfel Kulesi


Nasil oldu da Eiffel'i bu kadar sona biraktim bilemiyorum. Ozgurluk Heykeli ile beraber dunyadaki en populer anitlardan biridir kendisi. Fransizlarin celik konusunda ne kadar iyi olduklarini tum dunyaya ilan etme amacli diktigi sonralari romantizm denilince, Paris hatta Fransa denilince akla ilk gelen sembol haline gelmistir. Beklentilerim fazlasiyla yuksek oldugundan beni biraz hayal kirikligina ugratmis olan bir yapidir ayni zamanda ama suc kulede degil benim beklentilerimdedir kanimca. Belirtmeden gecemeyecegim, arkadaslarimin anlattigi kadariyla kule, yaz ve kis aylarinda farkli boylardadir, celigin genlesme katsayisi ile ilgili olsa gerek. Her seye ragmen herkesin onunde cekilmis bir fotografi ya da ustunde Eyfel Kulesi olan bir esyasi -Turkiye'deki kahvalti takimimizin deseni gibi- mutlaka vardir.


Père Lachaise Mezarligi


Her ne kadar pek cok kisi icin zorlayici ve uzucu olacagini tahmin etsem de Paris'te yapilabilecekler ile ilgili bir baska onerim de mezarlik ziyaretleridir. Ilki; Yılmaz Güney, Ahmet Kaya gibi degerli unlulerimizin, Balzac, Oscar Wilde gibi dunya capinda yazarlarin yattığı Paris sehir merkezinde bulunan en buyuk mezarlik olan Père Lachaise'dir. Bir digeri Montparnasse semtinde bulunan semt ile ayni adi tasiyan mezarliktir. Bu mezarlikta da Beckett, Baudrillard, Sartre gibi unluler yatmaktadir. Sonuncu ise Montmartre mezarligidir. Burada Stendhal, Degas ve Dumas'in mezarlari bulunur. Ben sadece Ahmet Kaya ve Yilmaz Guney'in yattigi mezarliga gidebilmistim. O kadar buyuk ve labirent gibi ki mezarligin haritasini almadan kesinlikle iceri girilmemeli.


Notre Dame de Paris

Gotik eserlere ilginiz olsun olmasin, Notre Dame de Paris katedrali de Paris'e giden herkesin gormesi gereken bir saheserdir. Vitraylarina ve gargoylerine (gunduz tasa donup gece yasadigina inanilan grotesk figurler) rahatlikla dalip gidebilirsiniz. Adi 'bizim kadinimiz' anlamina gelmekle beraber kastedilen kadin Meryem Ana'dir. Muzikali, filmi olan katedralin onunde dururken iceriden Notre Dame kamburu Quasimodo'nun cikmasini bekleyebilirsiniz. Bu kelime de 'insan gibi' (yarim kalan adam) anlamina gelmektedir ki dusundukce insani cok duygulandirir.



Lafayette

Alisveris denince Paris'te akla gelen belli basli bolgeler; Galeri Lafayette, Saint Honore, Champs Elysées, Le Marais, Saint Michel ve Saint Germain, ve Avenue Montaigne'dir. Bunlarin hepsi uzerine paragraflarca yazi yazabilecek olmama ragmen sadece kisa bilgi maiyetinde; Lafayette tarihi ve guzel binasi geregi de mutlaka gidilmesi gereken bir yer, Avenue Montaigne cok şık bir bolge ve unlu tasarim markalarini ziyaret icin ideal, 2.el kiyafetler ve vintage tarz icin gidilmesi sart olan yer ise Le Marais. Bir de Paris'in disinda benim gidemedigim bir yer var: La Vallée Village. Outlet alisveris mantigiyla kurulmus, yan yana magazalardan olusan, markali urunlerin hesapli satildigi bir yermis. Tur otobusleri buraya ugrar mi bilmiyorum ama erken saatlerde gitmek kalabaliga yakalanmama acisindan tercih edilmeli. Saint Michel ve Germain'deki antikacilara, galerilere ugramak da iyi bir secenek olacaktir. Sanirim antikacilardan bir seyler alabilmek icin ciddi butceler gerekir ama yine gidip gormek de zevkli oluyor. Ben yapamamistim ama unlu gece kulubu Moulin Rouge'da bir kabare izlemek de alisverise alternatif olabilir.



Pomme de Pain


Paris'te yenilip icilmesi gerekenler diyince aklima ilk gelenler ise cesit cesit peynirler, upuzun incecik ekmekler, cikolatali kruvasanlar ve Fransiz saraplari. Paris'in kafe kulturu bildigim her yerden cok farkli. Ciftler sandalyelerini asla birbirine cevirmiyorlar, daima kahve ya da sarap ve atistirmaliklar esliginde sokaktan gecenleri izleyerek sohbet ediyorlar. Saatlerce ayni kisilerin ayni yerde oturdugunu farkederseniz sakin sasirmayin, rahatlarina duskun bir kafe kulturleri var. Bunun disinda her ne kadar fiyatlar biraz abartili olsa da cok guzel salatalari var, size de degisik isimli, bol sirkeli Fransiz salatalarini oneriyorum. Bunun yani sira sogan corbasini ilk kez orada yiyip daha sonra kendimde yapmaya baslamis biri olarak mutlaka deneyin derim. Pomme de pain de soguk sandvic, Chez Leon'da midye yemegi denemeli ve bir pazar gunu Cafe de Flore'e ugramalisiniz.






Paris ruya bir sehirdir, orada yasamayi istememekle beraber mumkun olsa sehri defalarca gezebilirim. Fonda eski zamanlara ait fransizca bir sarki calar ve basinda kirmizi bir bere olan siyah sacli kadin, uzun ama duzgun bir burnu olan adama dogru sigara dumanini ufler. Kafamdaki Paris imajina gore Hemingway sizden bir romaninda bahsetmeye karar verir, Zelda ile Scott Fitzgerald ise kavgalarinda taniklik etmenizi bekler. Sanki orada herkesin arada sirada olmayi hayal ettigi o naif, dusunceli, romantik ve zarif insan olabilirsiniz. Gercekci olmak gerekirse lezzetli yemekler yiyebilir, nehrin ustunden gunesi batirabilir, epey alisveris yapabilir, metrosuna binebilir, bol bol canli muzik dinleyebilir, tarihi binalari gezebilir ve muthis sanat eserleri gorup ara sokaklarinda kaybolabilirsiniz. 

Iyi geziler...


Fon muzigi niyetine de tik tik:

 Paris (Marc Lavoine ve Souad Massi)









6.12.13

2013-2014 Palto Trendleri




O kadar cok cesidi var ki: ince gostereni, asiri sicak tutani, dusuk omuzlusu, rengarengi, is icin olani, pelerinimsi durani, seyahat icin olani, sportif goruneni, kum saati tipli olani, pofudugu... Peki acaba bu kis hangi paltolar daha moda? Her ne kadar paltolar genelde gardiroplarimizin masrafli ve cok sik degismeyen parcalari olsa da belki kendimize yeni yil hediyesi olarak bir tane alabiliriz. 




Hazir almisken tarz gorunen ve vucut tipimizi tamamlayan bir paltomuz olsa fena olmaz diye dusundum ve bu yazimda 2013-2014 sonbahar-kis, bay-bayan paltolarindaki modanin nabzini tutmaya karar verdim.

Beyaz Paltolar

Erkeklerde Beyaz Palto Modasi


Insanlari kardan adama dondurme ihtimali de oldugu icin dikkatli giyilmesi gereken bir palto cesidi bana gore. Sanirim dar kesimli olmasi, dar pantalonlar ile giyilmesi daha iyi bir goruntu elde edilmesini saglayacaktir. Yada tam tersine iyice bol dokumlu bir model tercih edilerek isin esprisinden yararlanilabilir. Bence beyaz giymek her zaman cesaret isi. Ozellikle de palto gibi kolayca kirlenebilecek bir giyim urununde. Ama acikcasi ozellikle de kizil sacli insanlarda guzel durdugunu dusunuyorum. Her seye ragmen “Beyaz giyme toz olur, siyah giyme soz olur.” diye guzel bir turkumuz oldugunu da hatirlatmak isterim. Bir de sanki bu paltolar erkeklere pek yakismiyor.


Dugmeler Pek Uyumlu Degil Sanki


Sportif Montlar


Hem Spor Hem Sık (Burberry)

Spor yapmaya yada herhangi bir sportif aktiviteyi izlemeye giderken herkesin ihtiyac duydugu montlar vardir. Yun paltolarimizi yada deri ceketlerimizi yakistiramadigimiz bu ortamlara en iyi giden paltolar pofuduk paltolar yada hafif duran spor ceket benzeri montlardir. Aslinda bu tip montlar her senenin modasi diyebiliriz. Sportif montlarin, sonbaharda giyilen trenckotlar gibi kisin daimi uyeleri oldugunu dusunuyorum. Bu tip bir montta aranacak ozellikler; gorundugunden daha sicak tutmasi, fazla kabarik olmamasi, kollarimizi rahat hareket ettirebilmemiz ve cogu spor markali urunde oldugu gibi cok gorunen bir yerinde kocaman bir isaret olmamasidir. Erkeklerin de ozellikle tercih ettigi bir tur oldugunu dusunuyorum. Sanirim rahatina duskun herkes icin vazgecilmezler.


Erkeklerin Icin Kolay ve Guzel Bir Tercih



Rengarenk Paltolar


Rengarenk Paltolar Bu Sene Cok Moda


Ozellikle de gencler arasinda daha fazla tercih edilen, her gorenin icini acan, bu sene gercekten asiri derecede parlak renkleriyle karsimiza cikan paltolardir. Sokakta bu tarz rengarenk palto giymis birini gorunce hep fotograf cekesim gelir. Ozellikle de ulkemizde insanlar genellikle gri yada siyah paltolar giydiginden olsa gerek renkli mont yada ceket giyen biri farkli oldugunu ilk bakista hissettirir. Degisik renklerde bir palto edinmek bana gercekten mantikli geliyor. Her gun giydigimiz koyu renk paltomuza nispet yaparcasina hafta sonlari renkli paltomuzu giyerek renklerin enerjisini hissetmeliyiz. Aslinda ileride daha da yayginlasacak gibime geliyor. Simdilerde herkes is yerleri dahil her yerde paril paril renklerde cantalari siklikla kullaniyor. Yalniz bu paltolarin simdilik erkekler icin uretildigini dusunmuyorum. Sanirim onlar bir sure daha lacivert, mavi, hardal yada gri renklerini tercih edebilir.


Paltodan Cok Trenckot Gibi Duruyor


Kemerli Paltolar


Hos Bir Kemerli Erkek Paltosu


Bu paltolar genellikle oldukca zarif bir goruntuye sahip olur. Kilolari saklamak icin de birebir olduklarini dusunuyorum. Ise giymek icin oldukca uygun olduklari da yadsinamaz. Yalniz kemeri fazla siritmayan, dugmeleri yada fermuariyla uyumlu olan bir tane bulmak her zaman zordur. O yuzden belki sadece arkasinda kemer tipi bir dikis bulunan yada kemerini cikarinca da hos duran modeller almak mantikli olabilir. Bu paltolarin en iyi yanlarindan biri de her trende kolayca uyum saglamalari. Kisa kollu olani, renklisi, dikdortgen vucutlar icin olani, kum saati tarzinda goruneni, dirsek kollu olani, pofudugu,... gibi pek cok cesidini bulmak mumkun.



Rengi ve Kemeriyle Mukemmel


Deri-Kurk Paltolar


AllSaints Koyun Derisi Palto


Gercek deri yada kurk olan bir seyi asla giymem ama gercekten iyi gorunen sahte deri ve kurkler epey yayginlasti. Posete benzemeyen sahte deri ceketler oldukca revacta hatta. Kurk konusuna hep biraz mesafeli bakmakla beraber deri ve kurk karisimi bir paltonun sik durabilecegini kabul ediyorum. Ozellikle de gece disari cikarken yada dugun, kokteyl gibi bir yere giderken tercih edilebilir.



AllSaints on Wanelo



Ve son olarak da bu kis pek moda olmayan ama benim her daim begenimi kazanan siyah-beyaz yun paltolara yer vermek istiyorum. Her ne kadar su siralar tam olarak trendy sayilmasalar da onlarin hem sevimli hem de zarif bir yani oldugunu dusunmemek imkansiz. Oldukca nostaljik ve samimiler. Dolu dolu gecen, sicak bir kis diliyorum hepimize.