Irlandali yazar John Boyne’un ayni adli kitabindan uyarlanan
ve Ingiliz/Amerikan ortak yapimi olan film 2. Dunya Savasi doneminde yasananlara
farkli bir acidan bakarak hepimizi hem o donemleri tekrar anmaya hem de tarihten dersler cikarmaya davet ediyor.
Bana gore film harika oyunculuklari, tam yerinde kullanilmis muzikleri ve donemini cok iyi yansitan dekorlari ile kendisine bu tarz filmler arasinda cok
saglam bir yer buluyor. Dilinin ingilizce olmasi baslarda beni rahatsiz etse de hikayenin butunlugu icinde ufak bir ayrinti olarak kaliyor. Bir savasin
yaratttigi korkunc havanin silah ya da kan gostermeden de hissedilebilecegini
gosteren film o donemin gerginligini, huznunu ve acisini bize gecirmekte oldukca
basarili.
Kidemli bir nazi komutani olan babanin (David Thewlis) yahudi
calisma kamplarindan birinde gorevlendirildigi gun baslayan hikaye guzel esinin
ve iki kucuk cocugunun bu olayla degisen hayatlarini ve bu kamplarda
yasananlarin onlarin hayatina ne kadar uzak ama aslinda ne kadar da yakin
oldugunu anlatarak ilerliyor. Vatanseverlik ile bir oteki yaratip onu
yoketmenin nasil, nerede kesistiginin fazla uzerinde durmayan film kendi
cikarlari icin kendi bahanelerini yaratan insanlari anlatarak hikayesini inandirici hale getiriyor.
Babanin terfisi ile gurur duyan onca insanin katildigi
kalabalik partide tum bu olanlardan rahatsiz gorunen tek kisi ise gercekleri ve
ileriyi daha iyi goren komutanin annesi oluyor. Fakat tehlikeli olabilecegi,
duyulabilecegi gerekcesiyle sertce susturulan kadinin bakislarindaki aci ve
huzun basarisina odaklanmis komutan ve onunla gurur duymasi gerektiginin
bilincinde olan ailesi icin dikkat cekmeyecek ufak bir hatira haline geliyor. O an icin…
Filmin en kayda deger yanlarindan biri de zaman icerisinde Bruno,
ablasi ve annesinde olan degisimler. Icinde bulundugu ortama uymayi tercih
eden, asik oldugu nazi subayinin ve evlerine gelen ozel ogretmenin de etkisi
ile milliyetci hatta irkci hale gelen Gretel (Amber Beattie) oyuncak
bebeklerini atip odasini Hitler posterleri ile susler. Ozverili bir anne ve asker
esi olmaktan mutlu, ulkesini seven herkes gibi kocasi ile gurulu olan anne (Vera
Farmiga) ise ulkesini sevmekle birilerinden nefret edip onlari yoketmenin ayni
sey olmadigini fark edip, kocasinin gercek gorevinin farkina varinca dehsete
dusen ve yasananlardan rahatsizlik duyan bir kadina donusur. Vicdanli bir insan
oldugu icin gordukleri, duyduklari ve en cok da tahmin etmeye basladiklari
sebebiyle kocasina karsi nefret duygusu ile dolmaktadir. Oglunun isine ve
terfisine sevinemeyen kayinvalidesini anlamaya basladigi da soylenebilir fakat asil
cocuklarini koruma icgudusu agir basmaktadir.
Berlin’deki evlerinden tasinmalarinin ardindan en buyuk
degisimi yasayan ise kucuk kahramanimiz Bruno (Asa Butterfield) olur. Yakin
arkadaslari ile askercilik oynamayi seven, ucak taklidi yaparak eglenen maceraci
Bruno tasindiklari evin soguklugu ve izole edilmisligi karsisinda saskina
doner. Zaten en basindan gelmek istemedigi bu yerde sert bir sekilde calisan
nazi subaylari arasinda kendisini cok yalniz hisseder. Yeni evlerine duzenli
olarak gelen ve cocuklara tarih dersi adi altinda Yahudi nefreti ve Ari irk
aski kazandirmaya calisan ogretmenleri de onu fazla etkileyememektedir. Evden
kacislarini, macera arayislarini arttirip, evlerinin yakinin da bulunan yahudi
calisma kampina dogru gitmeye baslar. Bu da ona yepyeni ve karanlik bir hayatin
kapilarini acmis olur.
Bruno baslarda oranin siradan bir ciftlik olduguna ve oradaki
insanlarin da kalabalik bir sekilde iyi kosullarda yasadigina inanmayi ister
ama gerek ailesinden bu konuda aldigi cevaplar gerek orada yasayan kucuk
arkadasi sayesinde bazi seylerin sandigi gibi olmadigini kucuk yasina ragmen
yavas yavas kavrar. Baslarda kahraman olarak gordugu baba figuru ise
sorgulanmasi gereken, yaklastikca sasirtan bir karakter halini almaktadir kucuk
cocugun gozunde. Babasi ile gurur duymakta sorun yasayan her cocuk gibi Bruno
da kafasindaki sorularin cevaplarini baskalarinda ve evin disinda aramaktadir.
Elektrikli tellerle cevrili kampin icerisinde yasayan yasiti
Shmuel (Jack Scanlon) ile her gecen gun gelisen bir arkadaslik kurarlar.
Tellerin ardindaki arkadasina yemek getirmekte ve onunla satranc oynamaktadir.
Shmuel’in yahudi oldugunu ogrenmesi ve kendisinin yahudilerden nefret etmesi
gerektigi gibi bilgiler basta kafasini karistirsa da Bruno korkusunu ve kendisine
ogretilenleri arkadasina duydugu ilgi ve
sevgi ile yener. Cunku o hala masum bir cocuktur ve icgudulerine ezberletilmis
bilgilerden daha fazla deger vermektedir.
Film bu etkileyici hikayenin uzerinden ilerleyerek o zamanin
kosullarini, savasin ve soykirimin acilarini uzerimize yavas ve derinden
giderek yansitir. Zamanin nasil gectigini anlamadan izledigim ve ozellikle de
sonunda cok uzuldugum “The Boy in the Striped Pajamas”’i benzer konulu
filmlerden ayiran cocuklarin gozunden yasananlari yansittigi icin belli bir
naiflik tasimasidir. Ayni zamanda filmin sonu izleyiciyi sadece uzmeyi
amaclamaz, sasirtir da. Iyilik-kotuluk ve kader gibi konularda herkesin
kendisini sorgulamasini saglar. Eden-bulur ya da bu hayatta zalim de zulum de bitmez
tarzi dersler cikaranlar da mutlaka olacaktir diye dusunuyorum.Benzer konularda
cok daha iyi filmler olmasina karsi hikayenin bu yanina da bakilmasi
gerektigini dusundugum icin bu filmi cok ayri bir yere koydugumu belirtmeliyim.
Iyi seyirler…
"Cocukluk donemini sesler, kokular ve görüntüler belirler, aklın karanlık tarafı gelisene kadar."
John Betjeman